Makaleler

2016: Sözümüz mücadele!

2015 yılının son MGK toplantısında alınan kararlar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yaptıkları yeni yıl açıklamaları, TC devletinin, “terörle mücadele” adı altında yeni yılda da başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere, Türkiye’deki bütün ilerici ve devrimci örgütlenmelere yönelik saldırılarını artırarak sürdüreceklerini gösteriyor. Bu açıdan önümüzdeki yılın başta Kürtler olmak üzere, Türkiye işçi sınıfı ve halkı açısından bir direniş ve mücadele yılı olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.

TC devleti sadece içerde değil dış politikada da yaşadığı sıkışmışlığı gidermenin yolu olarak daha fazla saldırganlaşacağının işaretlerini veriyor. T. Erdoğan’ın 29-30 Aralık’taki Riyad ziyaretinde Suudi Kralı Selman ile iki ülke arasında “stratejik işbirliği konseyi” kurulması konusunda anlaşması ve yapılan açıklamalar, TC’nin bölgede giderek daha fazla Suudi Arabistan’ın yörüngesine girdiğinin ve mezhepçi gerici politikalarının sürdürüleceğinin işaretidir. Bu gerici ittifaka bir de Türk hakim sınıflarının İsrail’le yaşanan yakınlaşma ve “ortaklık” arayışı eklendiğinde; 2016’da bölge halklarına yönelik saldırganlığın tüm hızıyla sürdürüleceği görülmektedir. Yapılan açıklamalar, TC devletinin emperyalizmin bölgedeki taşeronu olma misyonunu, kendi çıkarlarını da gözeterek, “kararlılıkla” sürdüreceği anlamına gelmektedir.

Ortaya çıkan bu tabloya bakıldığında, T. Erdoğan’ın başkanlık sistemindeki ısrarı anlaşılabilir. Çoğunlukla T. Erdoğan’ın başkanlık istemi onun kişisel ihtiraslarıyla açıklanmaya çalışılsa da bu yanıltıcıdır. Türk hakim sınıfları, iç politikada genelde Türk-Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve mezheplerden işçi sınıfına ve halka özelde de Kürt halkına yönelik saldırıda başarılı olabilmek için bu taleplerinde ısrarlıdırlar. Yine dış politikada da başta emperyalizmin bölgedeki taşeronluğu olmak üzere, gerici ve saldırgan politikalarını daha rahat hayata geçirmek için başkanlık sisteminde ısrar etmektedirler.

Denilebilir ki; parlamenter maskeli faşist diktatörlük koşullarında da bu saldırganlık hayata geçiriliyordu o zaman değişen nedir? Hem içerde hem de dışarda gerek hakim sınıfların kendi aralarındaki dalaş ve gerekse de işçi sınıfı ve halka yönelik saldırıların ulaştığı aşama ve ortaya çıkan çelişkilerin keskinliği; T. Erdoğan ve kliğini, fiili olarak gerçekleştirdikleri başkanlık rejimini yasal bir zemine oturtmaya itmektedir.

Örneğin Kürt ulusal mücadelesinin ulaştığı aşama karşısında T. Erdoğan ve kliği, “Türk usulü başkanlık sistemi”ni savunurken ne kastettiğini çok açık olarak ifade etmektedir: “Üniter sistemli başkanlık baktığımızda var. Hitler Almanyası’na baktığımızda da bunu görürsünüz.” (31 Aralık 2015) Böylelikle T. Erdoğan nasıl bir Türkiye istediğini açık açık söylemektedir. İslamcı-Faşist iktidar Kürt direnişi karşısında, “federal sistem” değil “üniter sistem”de de başkanlık olabileceğini böyle savunmaktadır.

 

Her koşulda halka saldırı,

Kürt ulusuna yeni bir tedip (sindirme) ve tenkil (göçertme) harekatı

Aslında T. Erdoğan Türkiye’de farkında olmadan başkanlık değil ama “üniter sistemli” yapısıyla yıllardır Türkiye işçi sınıfına ve halkına dayatılan parlamenter maskeli faşist diktatörlük gerçeğini de açık etmiş durumdadır. Diğer bir ifadeyle T. Erdoğan’ın üniter devlette başkanlık sistemi olarak Hitler Almanya’sını göstermesi bir gaf değil, tarihsel bir yakınlık ve benzerliğin dışavurumudur. Hitler’in M. Kemal’in “iyi bir öğrencisi” olduğu bilinmez değildir! Faşist Kemalist diktatörlükle, Hitler ve Nazi Almanya’sından çıkartılacak ilk ders burjuva parlamenter sistemin, faşizmin bir alternatifi değil tersine özellikle de çağımızda onu maskeleyen bir incir yaprağı işlevi gördüğüdür. İkincisi ise faşizm iradi bir tercih değil kapitalizmin emperyalizm aşamasında zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmış olması gerçeğidir.

Sistemin parlamenter ya da başkanlık olması bir şeyi değiştirmemekte, işin özü yani faşist karakteri meseleyi özetlemektedir. Dolayısıyla şu anki koşullarda Türk hakim sınıfları ve onların hakim kliği; işçi sınıfı düşmanı politikalarını daha rahat ve etkili uygulayabilmek için başkanlık rejiminde ısrar etmektedir.

Türkiye işçi sınıfına ve halka yönelik sosyal-ekonomik-kültürel saldırıların başarısı ya da Kürt ulusal mücadelesine yönelik savaşın kazanılmasının, üniter sistemli bu faşist başkanlık modelinden geçtiği savunulmaktadır.

Zaten fiili olarak uygulanan da budur. T. Kürdistanı’nda uygulamaya konulan faşist abluka ve katliamlar; tıpkı M. Kemal’in “tek parti diktatörlüğü”nde ya da sonrasında parlamenter maskeli faşist diktatörlük koşullarında olduğu gibi, Kürt ulusuna yönelik tedip ve tenkil harekatlarını aratmamaktadır. Direnişin sürdürüldüğü bölgelerde tam bir faşist barbarlık, sindirme ve göç ettirme politikası söz konusudur. Buna ek olarak havuz medyası aracılığıyla kapsamlı bir kara propaganda devrededir. Böylelikle faşist devlet, Kürt hareketinin Rojava’daki kazanımlarını da hesap ederek, Kürt hareketinin iradesini kırmaya ve “korucu Kürdünü” yaratmaya çalışmaktadır.

Faşist saldırı sadece hendek ve barikat direnişçilerine yani Kürt gençliğine ve halka yönelik değil aynı zamanda Kürt hareketinin legal temsilcilerine yönelik de geliştirilmektedir. T. Kürdistanı’nda zaten belediye başkanları ve yerel siyasetçiler faşist devletin tutuklama saldırısı altında bulunuyorlardı. Şimdi bu saldırının kapsamı daha da genişletilmektedir.

Kürt hareketinin özyönetim açıklamasından sonra AKP’li gayriresmî sözcüler, eski siyasîler ve sonunda hükümet yetkilileri konuşmaya başladılar. Bilinçli bir yönelimin ürünü olarak DBP ile HDP’ye ve eş başkanlarına yönelik bir itibarsızlaştırma ve kriminalize etme kampanyası başlatıldı. Son olarak yine T. Erdoğan devreye girerek HDP eş başkanları başta olmak üzere legal siyaset yapanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istedi. Bütün bu açıklamalardan sürerken yargıda devreye girdi ve soruşturmalar açılmaya başlandı. Görünen faşist devlet sonuç alamayacağını bildiğinden parti kapatma yerine yasal siyaset yapan temsilcileri tutuklayıp siyaseten saf dışı etmeyi amaçlamaktadır.

 

Özyönetim talebi desteklenmelidir!

Kürt Ulusal Hareketi özyönetim talebini 2005’ten beridir dile getirmektedir. Bu açıdan talep yeni olmamakla birlikte, bugün bu kadar tartışılmasının nedeni, faşist devlet saldırısının kapsamı ve buna karşı direnişin görkemiyle açıklanabilir ancak. Kürt Ulusal Hareketi’nin özyönetim talebiyle son olarak ilan ettiği 14 maddelik bildirge, içeriğinde birçok açıdan sorun barındırsa da; ezilen bağımlı bir ulusun mücadelesinin demokratik talepleri olarak ilericidir ve elbette sahiplenilmelidir. Özyönetim bildirgeye dair eleştirisel yaklaşım gözden kaçırılmamakla birlikte, faşist devlet saldırganlığının gemi azıya aldığı koşullarda ve Kürt halkının direnişi karşısında, bu yönü ön plana çıkarmaktan ziyade esas olarak dayanışma ve direnişi ön plana çıkarmak en doğru tutum olacaktır.

Şu anda yaşadığımız süreç Kürt hareketinin ayrılıp bağımsız bir devlet kurma değil de, “özyönetim talebiyle kendisine statüko elde etmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi” olarak formüle edilmesidir. Bunun ne kadar gerçekleşebilir bir politika olduğu tartışmalıdır. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşmesi ancak ve ancak devrimle gerçekleştirilebilecek bir olgudur! Bunu ifade etmek ise Kürt hareketinin şu andaki taleplerine kayıtsız kalmayı değil tam aksine mücadelesiyle ve direnişiyle her anlamda dayanışmayı ve ortaklaşmayı getirmelidir.

Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin ancak ve ancak devrimle olabileceği gerçeği, -her şey bir yana-, Kürt hareketinin yeni olmayan özyönetim talebine yönelik faşist devlet terörü dışında; kendisine ilericiyim, demokratım, aydınım vb. diyen bir kısım zevatın tavırlarından da rahatlıkla anlaşılabilir. Bu çevreler yaşanan faşist terörün ve propagandanın da etkisiyle, bir zamanlar lanetledikleri T. Erdoğan ve AKP’nin yanında ve dolayısıyla Türk hakim sınıfları ve onların devletinin arkasında saf tuttular. Kürt sorunu ve talepleri bu anlamıyla bir kez daha turnusol işlevi görmüş durumdadır. Özellikle kendisine “liberal”, “ilerici” diyen ve yakın zamanda HDP’yi desteklediklerini söyleyenlerde yaşanan hayal kırıklığı dikkat çekicidir. Kürt hareketinin özyönetim açıklamasını hastalık olarak tanımlayanlardan, hendek direnişine saldıran, direnen halkı suçlayan bir yelpazede sayabileceğimiz bu tavırlar ibretliktir. Bu çevreler, Kürt hareketinin “Türkiyelileşme” adı altında yürüttüğü politikasının arkasında yer alanın “Kürt ulusuna statü” talebinden vazgeçmek olarak algıladıkları için, bugün daha fazla şaşırmış durumdadırlar.

Mesele ezilen bağımlı bir ulusun kendi kaderini tayin bağlamında, her türlü şovenist etkiden bağımsız olarak değerlendirilmelidir. Bu türden talepler ve mücadele karşısında komünistlerin tavrı her zaman net olmalıdır. Bilinmektedir ki; komünistler ulusların kendi kaderlerini tayin etme yani daha açık bir ifadeyle ayrı bir devlet kurma hakkını kayıtsız şartsız savunmakla birlikte, bu talebin hayata geçirilmesini belli koşullara göre değerlendirirler.

Şu anda Kürt ulusu, örgütlü iradesiyle ayrılmayı değil, özerklik talebiyle yasal bir statü kazanmayı savunan bir politika izlemektedir. Bu politika Türkiye’nin koşullarında ulusal sorunu çözmese bile, ezilen bağımlı bir ulusun şovenizme, faşist boyunduruğa, köleleştirme ve kimliksizleştirme saldırısına karşı ilericidir, demokratiktir ve kendisine her ilericiyim, devrimciyim diyen tarafından mutlaka desteklenmelidir. Sadece desteklenmekle kalınmamalı, başta Kürt ulusuna yönelik faşist saldırganlık olmak üzere, Türkiye işçi sınıfına ve halka yönelik saldırılara karşı devrimci görevlere dört elle sarılınmalıdır. Bu açıdan 2016 yılı için sözümüzün mücadele olmasından başka yol olmadığı bilinmelidr.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu