GüncelMakaleler

ANALİZ | Filistin Sorununda Ortadoğu Devletlerinin Tutumu

"Dini, ulusal ve Marksist örgütlenmelerle farklı biçimlere evrilen Filistin direnişi, ne zaman kendi özgücüne dayalı bir atılım yapsa, bölge devletleri ve emperyalistlerin işbirliği ile boğulup zayıflatılmıştır."

Filistin sorunu hem bölgesel hem küresel düzeyde politik dengeleri etkileyebilen veya tersinden ifade edersek, bölgesel ve küresel politik dengelerin tezahür ettiği bir sorundur. Özellikle İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından beri sık sık hem Ortadoğu’nun hem dünyanın ana gündemleri arasında yer almaktadır. Hamas’ın, 7 Ekim’de İsrail şehirlerine düzenlediği saldırılar sonrasında da Filistin yeniden bütün dünya gündemine oturmuştur. Böylesi etkili bir şekilde gündemi belirleyebilen Filistin sorunu hem bölge devletlerinin hem de hegemon devletlerinin tutumlarını bu tür sıcak gündemlerde daha net görmemizi sağlayabiliyor. Böylesi gündemlerde emekçilerin ve ezilenlerin Filistin sorununa bakışı ile devletlerin bakışını/tutumunu ayırt etmek önem taşımaktadır.

Politik dengeleri esas belirleyenler genelde güç/iktidar odakları olsa da, bu odakların matrix’ini ve hareket alanını emekçilerle ezilenler belirleyebildiği için yerel, bölgesel veya küresel çaptaki sorunlarda devlet erkânı ile o devletin egemenlik alanı içerisinde yaşayan emekçileri veya öteki kesimleri ayrı değerlendirmek, politik dengelerin nasıl değiştirilmesi gerektiğine dair de perspektif verecektir. Ortadoğu gibi küresel hegemon savaşlarının ve dünyayı ele geçirme yönetme vs. stratejilerinin merkezinde yer alan bir bölgedeki pek çok sorun (Filistin, Lübnan, Kürdistan, Yemen vs.) hem bölgesel hem küresel çapta etki sahibiyken; bölgesel ve küresel güç dengelerinin birer prototipi/tezahürü olarak da biçimlenebiliyorlar.

Filistin sorunu son 75 yıldır iki küresel hegemon blokun arasındaki dengelere göre biçim alırken; Filistin direnişi de çoğunlukla bu eksende biçimlenmişti. Marksist, ulusal ve dini biçimlerle/örgütlenmelerle gelişen Filistin direnişi, bölgesel ve hegemon güçlerinin en önemli temsilcileri olan devletler arasındaki rekabetten faydalanmaya çalışırken bölge devletlerinin (özellikle Mısır, Suriye ve Irak devletlerinin) çok fazla/sık güdümüne girebilmişti. Bu devletler dolayımıyla veya doğrudan bu devletleri himayesinde tutan dönemin Rus Sosyal Emperyalizmi de, Filistin sorununda etkili olabilen bir iktidar odağıydı. 1979 yılında İran devletinin ABD emperyalizminin güdümünden çıkması ve 1991’de Sosyalist Blokun dağılması sonrasında Filistin sorununda öne çıkan El Fetih, ABD emperyalizmi ve AB devletleri tarafında yer alarak İsrail devleti ile uzlaşma yolunu seçerek Filistin yönetiminin başına geçmiştir.

Hamas, İslami Cihad gibi dini örgütler ise İran ve Suriye Devletleri dolayımıyla Rusya emperyalizminin de desteğini alırken; Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT=S. Arabistan, Katar, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Umman) devletleriyle sıkı ilişkiler kurma çabasıyla bu devletlerin desteğini almaya çalışmıştır. Böylece Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) şekillenirken Filistin sorununun iki önemli temsilcisinden olan El Fetih; batıcı blokla, diğer temsilci Hamas ise doğucu blokla ittifak kurmuştu. Haliyle bölge devletleri veya hegemon devletler arasındaki dengeler, ilişkiler veya etkileşimler doğrudan ya da dolaylı olarak Filistin yönetimini/direnişini etkileyen bu iki önemli örgütü de biçimlendiriyordu. Her iki örgütün de Filistin sorununun çözümü noktasında, devletlerle ittifak yapıp güçlenme taktiği yerine, devletlerin eklentisine dönüşme hatasına düştüğü söylenebilir. Bu durumun, Filistin sorununun küresel ve bölgesel güç dengelerinin herhangi bir odak veya blok lehine evrilememesi sonucu, günümüze kadar sürüncemede kalmasını ve devletlerin politik çıkarlarına alet edilmesine neden olduğu söylenebilir.

Filistin sorununu yıllardır hem iç hem dış politikalarında kullanan devletlerden birisi olan TC devleti, İsrail devletini tanıyan ilk Ortadoğu devleti olmasının yanı sıra Müslüman çoğunluklu devletler arasında -kurulduğundan beri- işgalci İsrail devleti ile en fazla ekonomik, siyasi, askeri anlaşmaları bulunan devletlerden biridir. İsrail devleti karşıtlığını oy potansiyelini artırmak ve Sünni Müslümanları konsolide edebilmek için kullanan AKP de hükümet olduğu süre boyunca İsrail devleti ile pek çok anlaşma imzalayarak, Filistin sorunundaki çıkarcı ve de ikiyüzlü politikasını defalarca göstermiştir. AKP, Hamas’ı mücahit olarak desteklerken, onun terörist olmadığını ilan etmiş ve işgal, asimilasyon ve sömürgeciliğe karşı iki devletli çözümü tek çözüm yolu olarak kabul etmiştir. Tabii ki Netanyahu, AKP’ye önce kendisine bakmasını söyleyerek tepki gösterirken TC devletiyle kendi devletlerinin pek de farklı olmadığını vurguluyordu. AKP, İsrail devletine medya önünde karşı çıkar gibi görünürken; HEDEP’in “İsrail devleti ile bütün ilişkileri kes!” önerisini duymazlıktan gelmiştir. Filistin sorununu -bütün öteki bölge devletleri gibi- bölgesel güç olabilmek için kullanmaya çalışan TC devleti, NATO üyeliği ve batıcı bloka bağımlılığı ile Sünni Müslüman çoğunluklu olan kendi tabanını Ortodoks Sünnilik eksenli konsolide etme arasında yaşadığı çelişkilerle sık sık tutarsızlığa düşüyor.

Buna rağmen Filistin sorununun hamisi gibi görünmekten vazgeçmiyor. 1979 yılına kadar Mısır devleti, 2005’e kadar Irak devleti ve 1970’ten günümüze kadar Suriye devleti, Filistin direnişinin hamisi ve destekçisi görünümünü korumuştur. Oysa bu üç devlet, önce Rus Sosyal Emperyalizmi, sonra Rus emperyalizminin güdümünde, Filistin sorununun bu hegemon güç ekseninde biçimlenmesi için gayret ettiler. “Sosyalist blok”un dağılması öncesinde Arap milliyetçiliği, İslamiyet ve Marksizm’i sentezlemeye dayalı bir kurum ve rejim kuran BAAS partilerinin RSE’ye olan bağımlılıkları, dönemin iki kutuplu siyasal arenasına uygun şekilde davranmalarına ve Filistin sorununu genel olarak bu eksende ele almalarına sebep olmuştur. Diğer taraftan, bu sorunla, özellikle Sünni Ortodoks Müslümanlar konsolide edilip devlete daha fazla bağlı hale getirilirken süreklileşen güvenlik kaygısı ve din düşmanı sayılan Yahudi devleti İsrail heyulası dolayımıyla, gücün askeri ve siyasi temerküzü ile meşruiyeti çok daha kolay olabilmektedir. Filistin sorunu, Ortadoğu devletlerinin dünyadaki en fazla/hızlı silahlanan bölge olmasında merkezi bir etkiye sahiptir.

Suriye devleti, hala Rus emperyalizminin güdümündedir ve Filistin sorununu aynı emellerle kullanmaya devam ediyor. İç savaşla birlikte Rus emperyalizmine topraklarını daha geniş şekilde kullandıran Suriye devletinin İsrail devleti ile olan sınır sorunları için de hem Filistin sorununu hem Rus emperyalizmini daha fazla öne çıkartmaya çalışıyor.

Mısır’da Nasır’ın ölümü köklü değişimlere vesile olmuştu; Mısır devleti, RSE’nin güdümünden çıkıp ABD emperyalizminin güdümüne girmişti. Mısır devleti, 1979’da İsrail devletini tanıyan ikinci Ortadoğu devleti olmuştu ve İsrail devletini tanıyarak Filistin direnişinin karşısında konumlanmaya başlamış ve sınır komşuluğunun etkisiyle İsrail devletiyle yeni bir işbirliğine girişmişti. Bu işbirliği karşılığında her yıl ABD emperyalizminden milyarlarca dolar askeri “yardım” almaya devam etmektedir. Bu yardımlar sayesinde Mısırlı Müslümanların Filistin direnişine desteği de devlet eliyle sürekli ezilip zayıflatılmaktadır.

Irak devleti, BAAS yönetimi süresince İsrail Devleti’nin karşısında Filistinlilerin yanındaymış gibi göründü. Ancak Filistinliler gibi toprağı işgal edilmiş olan Kürtlerin kendini yönetme hakkını içeren direnişlerine, kimyasal silahlarla yapılan katliamlarla (Halepçe’de olduğu gibi) cevap veriyordu. Kürtleri terörist olarak gören BAAS rejimi, Filistinlileri direnişçi ve özgürlük savaşçısı olarak tanımlıyordu. Yanı sıra Filistin sorununun yarattığı güvenlik kaygısıyla kendi tabanını konsolide ederken; silahlanmanın ve diktatörlüğünün meşruiyetini bu eksende sağlamaya çalışıyordu. Saddam’ın zayıflatılması sonrası Irak’ta iki aşiret tarafından kurulan özerk Kürt yönetimi, Filistin direnişi yerine, kendisine destek veren İsrail devleti/ve hamisi ABD’ye yakın durarak, bölge devletlerinin güç takıntılı tutarsızlığını sürdürmüştü. Irak devletini 2005’te ele geçiren Şiiler, İran devletine yakınlaşarak Filistin sorununda bu devletin çizgisini takip ettiler. Irak’taki Sünnilerin bir kısmı, El Kaide, IŞİD gibi örgütlere kayarken; bu radikal-selefi örgütler de Filistin sorununu kendi tabanlarını konsolide etmek, militan devşirmek ve cihadı (din savaşını) meşrulaştırmak için kullanmışlardır.

Suriye, Mısır ve Lübnan devletleri, İsrail devleti ile en fazla savaşmış olan devletlerdir. 1948 yılında Suriye, Mısır, Irak, Lübnan ve Ürdün devletleri İsrail’e karşı savaşmıştı. 1956’da Mısır, 1967’de Suriye, Mısır, Ürdün son savaşta ise Suriye ve Mısır, İsrail ile savaşmış ve hepsinde yenilmişlerdi. Bu yenilgilerin etkisiyle Mısır ve Ürdün, İsrail’i tanıyıp Filistin direnişini sırtından bıçaklamış oldular. Lübnan ise 1975-1990 arasındaki iç savaşta ve 2000 yılına kadar süren işgalde İsrail ile sürekli çatışma halindeydi. Ancak Lübnan’da hakim olan ikrarcılık rejimi, devlet içinde devletçiklere zemin sunarak; Sünni Müslümanlar ile Maruni Hristiyanların öncülüğündeki blokun ABD emperyalizmi yanlısı olarak hareket ederken; Şii Müslümanlar ile Dürziler öncülüğündeki blokun İran devleti ve bu dolayımla Rus emperyalizmi yanlısı olmasını mümkün kılabiliyordu. Güney Lübnan’ı fiilen yöneten ve kendi ordusuna sahip Hizbullah ile Lübnan dağında etkili olan Dürziler, İsrail devleti ile yıllardır çatışma halindedir ve Filistin direnişini en güçlü müttefikleri olarak görüp sık sık ittifak yapmışlardı. İki farklı dini inanç sisteminin Sünni Ortodoks olan Filistinli dini örgütlerle bile ittifak yapılabilmesi, devletlerin “böl parçala yönet” politikasını zayıflatan bir etkiyi süreklileştirdiyse de bu etkin devletlerin hareket alanı içerisinde genelde sınırlı kalmıştır. Ürdün devletinin Batı Şeria’yı ilhak etme hayalleri suya düşünce, ABD emperyalizminin güdümüne tamamen girerek, yıllık 3 milyar dolar askeri yardım karşılığında İsrail devletini tanıyıp desteklemekle kalmamış; Filistinli direnişçilere karşı katliamlara varan eylemlerini sürekli kılmıştır. “Din kardeşim ve soydaşım” dediği Filistinlileri yıllarca destekledikten sonra onları katletmeye başlaması sadece Ürdün devletinin değil bütün Ortadoğu devletlerinin karakterine has bir ikiyüzlülük olarak okunabilir. Diğer taraftan Ürdün devleti/saltanatı da Filistin sorununu, bölgesel dengelerde devleti güçlü kılmak için sürekli kullanmıştır.

Ürdün devleti gibi Mısır ve Suriye’nin de daima Filistin topraklarında gözü olduğunu vurgulamak gerek. Mısır, Gazze’yi kendisinin; Suriye ise tarihi Filistin’in kuzeyini Lübnan toprakları ile birlikte Büyük Şam Devletinin parçası olarak görme hayalinden vazgeçmemiştir. İsrail ile giriştikleri savaşlarda bu emellerini açıkça belirtmişlerdir.

1979 yılına kadar ABD emperyalizminin güdümünde olan İran devleti, doğucu bloka yanaşıp Ortadoğu’da Rus ile Çin emperyalistlerinin yayılıp güçlenmesinde manivela görevi görmüştür. Bunun karşılığında bölgesel güç olarak etkinliğini artıran İran devleti, Filistin sorununu, bölgesel dengeleri lehine çevirmek ve ABD emperyalizminin destekçisi devletleri (başta İsrail devletini) zayıflatmak için kullanmaya devam etmektedir. 2004 yılında ilan edilen BOP’da iyice belirginleşip kutupsallaşan Şii cephe ile Sünni cepheye rağmen, İmamiye-Şiiliğe dayanan İran devleti, Sünni Hamas’a desteğini esirgememiştir. Molla rejimini ve kendi tabanını ABD emperyalizmi karşıtlığı ve din savaşı (İslam ile Yahudilik savaşı) ekseninde konsolide edip meşru kılmaya çalışan İran devleti, Filistin sorununu bu çerçevede sık sık kullanmaktadır.

Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT) devletleri, çoğunlukla Suudi Arabistan öncülüğünde hareket ederek, Filistin sorununun, monarşi ve diktatörlük rejimleri açısından meşruiyet aracı olmasını sağlamışlardı. Hepsi krallıkla yönetilen ve birer kabile devleti olarak totaliter rejimlere sahip olan KİT devletleri, Filistin sorununun çözülmeyip sürüncemede kalması için -ABD emperyalizmiyle birlikte- yıllardır çaba sarf ederek; silahlanma yarışı ile politik-askeri gücü temerküz etmeyi ve bölgesel güç olarak bütün Ortadoğu’da hakim güç olmayı hedeflemişlerdi. 1981 yılında kurulan KİT, esasta İran’a karşı kurulduğundan, Filistin sorununun İran lehine değil de ABD lehine biçimlenmesinde önemli rol oynadılar. 2020 yılına kadar İsrail devletini tanımadıklarını söyleyen KİT devletleri, dolaylı (zımnen) tanımayla İsrail devletinin idamesi ve güçlenmesinde önemli rol oynadılar. 2020-2022 yılları arasında bütün KİT devletleri, İsrail devletini resmen tanıyarak Filistin direnişine büyük bir darbe daha indirmişlerdir. 1945 yılında kurulan Arap Birliği ile 1969’da kurulan İslam Konferansı Örgütünün de üyeleri arasında bulunan KİT devletleri, bu örgütler üzerinden Filistin sorununun sürüncemede kalarak sürekli zayıflatılmasında büyük rol oynarken; kendi halklarının Filistin direnişine olan sempati ve desteğini manipüle ederek diktatörlüklerini meşrulaştırdıkları söylenebilir. Bu sayede Batıcı blokun eserleri olarak petro-dolarların Batı bankalarında değerlenirken, küresel bir ekonomik gücün tepesine yerleşmeleri ve bu gücü ABD ve AB’li emperyalistler aracılığıyla korumaları mümkün olmuştur.

Dünya genelinde Filistin yönetimini bir devlet olarak tanıyacağını ilan eden yüzden fazla devlet olduğu halde 1948 yılından (yani İsrail Devletinin kurulduğu yıldan) beri çözülmeyen Filistin sorunu, bölge devletleri ile hegemon devletlere pek çok açıdan faydalı oluyordu. Her devlet, dinsel kimliğin politik arenaların merkezinde yer alıp sınıfsal, etnik ve cinsel kimlikle iç içe geçtiği Ortadoğu’da, Filistin sorununu özellikle dindarları konsolide etmek, sürekli güvenlik kaygısı yaratarak totaliter ve anti-demokratik rejimleri meşru kılmak ve bu dolayımla askeri güç temerküz etmek (yani vergileri sürekli değişen silahlanma için heba etmek) amacıyla kullanmışlardır; kullanmaktadırlar. Bölge devletlerinin tümü, Filistin sorununda tutarsız ve ikiyüzlü davranmış ve emperyalist devletlerin desteğini/parasını alabilmek uğruna Filistin direnişini zayıflatmaya çalışmışlardır.

Dini, ulusal ve Marksist örgütlenmelerle farklı biçimlere evrilen Filistin direnişi, ne zaman kendi özgücüne dayalı bir atılım yapsa, bölge devletleri ve emperyalistlerin işbirliği ile boğulup zayıflatılmıştır. Sürekli olarak küllerinden doğan ve güçlenen Filistin direnişinin önündeki en büyük engellerden birisinin devlet merkezci zihniyetin olumsuz etkileri olduğu söylenebilir. Filistin direnişinin tarihine kısaca baktığımızda bile bölge devletlerinin bu sorunu kendi iç ve dış politikalarına/çıkarlarına nasıl alet ettikleri ve sürüncemede bıraktıkları görülebilir. Bu tutarsız ve ikiyüzlü politikalara rağmen, devlet merkezci düşünce tarzının Ortadoğu’daki hakimiyeti, süreklileşen çatışmalarla yaratılan güvenlik kaygısının demokratik talepleri rafa kaldırıp totaliterliği meşrulaştırabilmesi, güç tapınıcılığının hakimiyetiyle beslenen ve ataerkiyle biçimlenen lider kültünün emekçilerle ezilenleri konsolide etmekte öne çıkabilmesi gibi sebeplerle, Filistin sorunu bu devletlerin politikalarına uygun olarak biçimlenip zayıflatılabiliyor.

Direniş örgütlerinin her türlüsünün -Filistin sorununun başlangıcından beri- devletlerle ittifak/anlaşma yapıp güçlenmek ile devletlerin eklentisine dönüşmek arasındaki farkı, çoğu zaman göremeyip devlet dışı bir direniş hattıyla kendi öz güçlerine dayanmak noktasında eksik kaldıkları söylenebilir. Bu eksiklik, devletlerin Filistin sorununa daha fazla biçim verebilmesine ve yönlendirmede daha etkin olabilmesine zemin sağlamıştır. Ortadoğu’da devlet merkezciliğin geniş ve derin etkisiyle, toplumun varoluş dinamiklerinin tepesine ve Tanrı temsilcisi olarak toplumun başı şeklinde devletin kutsanması da bu zemini genişletmektedir. Devletin toplumun var oluş koşulu ve bekası olarak kutsanışı ile oluşan devlet merkezci toplum algısı, hiyerarşi, sınıf çatışması, ataerki, sömürü vb. toplumsal sorunları doğallaştırırken; Filistin sorununda olduğu gibi, devletin toplumun sadece bir parçası veya siyasetin bir aracı olduğu/sayıldığı stratejilerle biçimlenmesi/biçimlendirilmesi mümkün olamıyor. Dolayısıyla Filistin sorununda (veya diğer bütün yerel/bölgesel sorunlarda) devletlerin veya aşiret/kabile, tarikat, parti, dini örgüt gibi diğer iktidar odaklarının güç/iktidar ilişkilerine alet olmayacak şekilde politika ve stratejiler esas alınmalı ve Filistinlilerin kendi öz gücüne dayalı; ancak küresel çaptaki kamuoyunun desteğini içeren bir güçlenme stratejisi olmalıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu