Makaleler

Halk kitleleriyle birlikte AKP’ye ARTIK YETER diyoruz!

Demokratik haklar için mücadelenin neden gerekli olduğu, kitlelerin istem ve taleplerine göz yumulamayacağı, temel demokratik hakların kazanılmasının da gerekli olduğu kitlelere anlatılırken, bu düzeni tümden ortadan kaldırmak ancak dağlardan şehirlere aktığımızda ‘’TAMAM’’lanacağı stratejik hedefimizdir.

Türkiye’nin başat gündemini 24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak olan milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimleri oluşturuyor. Erken genel seçim denilse de, aslında baskın seçim olarak okunması gereken bu seçimlerin, sıkışan AKP’ye bir nefes aldırmak olduğu açıktır.

Her şeyin önceden planlandığı “cumhur ittifakı”ndan anlaşılmakta. AKP’nin, erken seçim açıklamasını MHP’ye yaptırması oyunun bir parçası olmuştur.  O güne kadar “erken seçim olmayacak, seçimler zamanında, 2019 yılında yapılacak” propagandasıyla övünen AKP’nin, erken genel seçim açıklamasını direkt kendilerinin yapması, kendisini zor durumda bırakacağından, Erdoğan bu açıklamayı Bahçeli’ye yaptırmıştır. MHP’nin 2002 yılından bu yana AKP’nin yedek lastiği olduğu bilinmektedir. Dönem dönem AKP’yle karşı karşıya gelme görüntüsü verse de, temel konularda aynı düşündüğü artık bir sır değildir.

AKP’nin seçimi kazanması durumunda, MHP’ye az sayıda da olsa bakanlıklar vereceği açıktır. Bu, MHP tabanını sakinleştirmek için de gerekli bir durumdur. MHP içinde AKP’yle yapılan ittifak konusunda büyük bir huzursuzluk olduğu kamuoyuna yansımaktadır. Geçen hafta içinde basına da yansıyan şekliyle MHP içinde eski Ülkü Ocakları Başkanı ve MHP İstanbul Milletvekili Atilla Kaya’nın, MHP tabanına seslenerek “Bizim adayımız neden yok? Başka partinin genel başkanına neden oy verelim” açıklamasıyla, bunu tamamlayan “Partimize oy verelim ama cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’a oy vermeyelim” sözlerinin MHP çevresinde bir karşılık bulduğu artık gizlenememektedir.

Yapılan kamuoyu yoklamalarında, böyle devam etmesi durumunda AKP-MHP ittifakının kazanmasının oldukça zor olduğu, bunu tersine çevirmek için şimdiden seçim hileleri üzerinde yoğunlaşıldığı yansımış durumda.

AKP-MHP ittifakının kazanması, OHAL’in uzun bir süre daha devam ederek “olağan” haline gelmesi demektir. Saldırılar daha da artırılacak ve özellikle Kürtlere karşı topyekun bir saldırının çıtası yükseltilecektir. AKP’nin özellikle Efrin işgali böyle okunmalıdır. Ve açıktır ki, Türkiye Kürdistanı’nda devam eden savaş daha da boyutlanacaktır. AKP’nin seçimi kazanması durumunda, OHAL’le birlikte işten atılan ilerici, demokrat akademisyen, öğretim üyesi, öğretmenlerden geriye kalanların da, seçimden sonra işlerine son verilecektir. Yargının tamamen AKP’nin denetimine girmesi hamlesi, kıyıda köşede kalmış AKP karşıtı yargı mensuplarının da yargıdan el çektirilmesiyle tamamlanacaktır.

“Zora dayanan devrim olmaksızın burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.” Bu bir devrim stratejisidir. Ülkemiz açısından bu devrimin ilk aşaması Demokratik Halk Devrimi’dir. Bu genel stratejik hedeften sapmadan, reformlar için mücadele etmek yanlış değil tersine oldukça onemlidir. Sorun, bu reformların nereye, kime, hangi amaca hizmet edeceğidir. Sınıf mücadelesi dümdüz bir rotada ilerlemiyor. Mücadelenin geri çekildiği, durakladığı aşamalar da olacaktır. Bu somut durum karşısında taktik olarak nasıl hareket edeceğimiz önemlidir. Yanlış bir taktik proleter hareketi yanlış bir rotaya sokabilir. Bütün taktik kararlarımız stratejik hedefimize hizmet etmelidir.

Seçim sorununda tüm tarihsel tecrübeler içinde proleter hareket her zaman somut duruma göre hareket etmiştir. Verilen her karar somut durumun ayrıntılı tahliline dayanmak zorundadır. Tıpkı Lenin’in yaptığı gibi: “1905’te ‘parlamento’nun Bolşevikler tarafından boykot edilmesi, devrimci proletaryaya son derece değerli siyasal deneyimler kazandırdı ve legal parlamenter ve parlamenter-olmayan savaşım biçimleri birleştirildiğinde, parlamenter savaşım biçimlerini reddetmenin bazen yararlı ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Ama, gözü kapalı basit bir taklitçilikle, eleştirel bir gözle incelenmeden, bu deneyimi, başka koşullarda, başka durumlarda uygulamaya kalkmak en büyük yanılgıya düşmek olur. Zaten Bolşeviklerin 1906’da Dumayı boykot etmeleri, pek önemli olmasa da ve kolayca onarılsa da gene yanlış olmuştur. Ama, bir yandan devrimci dalganın hızlı bir yükselişinin ve bu dalganın ayaklanmaya varmasının beklenmeyeceği bir sırada ve öte yandan burjuva monarşisinin yeniden dirilişini meydana getiren tarihsel durumun legal çalışma ile illegal çalışmayı birleştirmeyi gerekli kıldığı bir sırada, 1907’nin, 1908’in ve sonraki yılların   boykotu, ağır ve onarılması zor bir yanılgı oldu. Bugün geriye baktığımızda, geçmişte kalan, ama sonraki dönemlerle bağlantısı şimdi açıkça görülebilen bu tarihsel dönemi değerlendirirken, Bolşeviklerin 1908 ile 1914 arasında, illegal savaşım biçimlerini legal biçimlerle, aşırı gerici parlamentoya ve gerici yasalara bağımlı bir sürü öteki kurumlara (sigorta sandıkları vb.) katılmayla birleştirme zorunluluğunu en çetin savaşlar pahasına yerine getirmedikleri taktirde, proletaryanın devrimci partisinin sağlam çekirdeğini (geliştirmekten ve daha da güçlendirmekten söz etmiyorum) mevcut haliyle bile koruyamayacaklarını açıkça görüyoruz.” (Lenin Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, s. 25-26, Sol Yayınları)

Ülkemizin içinden geçtiği politik atmosfer ve AKP’nin kazanması durumunda kırıntı düzeyinde de olsa tüm kazanılmış demokratik hakların rafa kaldırılarak faşizmin daha da koyulaştırılarak uygulanacağı bir döneme geçileceği açıktır. İşte, tam da burada devreye kazanılmış hakların korunması, hatta demokratik anlamda az çok kullanacağımız yeni demokratik kazanımlar için mücadele etmek taktik olarak yanlış değildir. Stalin böylesi kritik aşamalarda taktiğin önemini şöyle vurgulamaktadır. “Taktik, kabarma ve alçalma ve alçalmalara göre değişir. Devrimin birinci aşaması boyunca (1903-Şubat 1917) stratejik plan değişmediği halde, taktik bu süre içinde birçok kez değişti. 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi, devrimci hareket yükselen bir çizgiyi izliyordu ve taktik bu olguya dayanmalıydı. Sonuç olarak, mücadele biçimleri de devrimciydi ve devriminin kabarma hareketine uymaktaydı. Yerel siyasal grevler, siyasal gösteriler, genel siyasal grev, Dumanın boykot edilmesi, ayaklanma, devrimci savaş sloganları, bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte örgüt biçimleri değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi vekilleri Sovyetleri, az çok açıkta çalışan işçi partisi –işte bu dönemin örgüt biçimleri bunlardı.” (Stalin; Leninizm’in Sorunları, s. 73-74)

Ülkemiz açısından “… Türkiye’de burjuva demokrasisinin, sınırlı da olsa bazı kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi, Kurtuluş Savaşının hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem, İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, TSEKP ve benzeri partilerin, sendikal örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem. Üçüncüsü de, 27 Mayıs darbesinden sonra gelen kısacık dönem.

Bu üç kısa dönemde, nispi demokratik bir ortamın mevcut olmasının sebebi şudur: Kurtuluş Savaşı’na katılan kitlelerin ve demokratik burjuva çevrelerin etkinliği, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da bir süre daha devam etmiştir. Aynı şekilde Almancı CHP kliğine karşı İkinci Dünya Savaşı sırasında yürütülen anti-faşist mücadelenin hızı ve etkinliği, 27 Mayıs’tan sonra da daha bir süre devam etmiştir.” (Kaypakkaya, Seçme Eserler, s. 401-402)

Bu demokratik kırıntılar, sonraki hükümetler döneminde adım adım gasp edilmiş ve 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri faşist darbe ile tamamen rafa kaldırılmıştır. Özal, AFC döneminde rafa kaldırılan demokratik hakların yeniden tesis edileceği üzerine geliştirdiği propaganda üzerinden hükümete geldikten sonra verdiği sözü elbette tutmamış ve 12 Eylül uygulamaları olduğu gibi devam etmiştir. Özal hükümeti döneminde demokratik haklar için küçümsenmeyecek mücadeleler verildi.  Sendikal haklar, grev hakkı, legal parti kurmaya yönelik yasakların kaldırılması, YÖK’ün iptal edilmesi, Kürtçe’nin serbest bırakılması, köylülerin tarım üretimine ilişkin ileri sürdükleri talepler ve daha sayamayacağımız birçok konuda verilen mücadeleler, bugün AKP hükümetine karşı verilmektedir.

24 Haziran seçimlerine de böyle bakılmalıdır. AKP’nin 24 Haziran seçimlerinde alaşağı edilmesi toplumun % 60’lık bir kesimin istemi haline gelmiştir. Bu anlamda AKP, 24 Haziran seçimlerinde halk kesimlerinin karşısındaki en büyük düşman durumuna gelmiştir. Bu da, seçimin birinci aşamasında HDP dışındaki partilerle bir ittifak halinde hareket etmeyi gerekli kılmamaktadır. Seçim tavrımızı açıkladığımız yazımızda da belirtiğimiz gibi, seçimin ilk turunda “Hiçbir burjuva partisine oy yok” tavrımız oldukça isabetlidir. Bu tespit, ilk turda tüm çaba ve çalışma HDP’nin kazanması üzerine şekillenecektir. HDP kendisi için çalışırken, okun esas hedefi elbette AKP’ye yönelecektir. Ancak bu, diğer burjuva partilerin teşhir edilemeyeceği anlamına gelemez. SP Genel Başkanının Sivas katliamındaki rolü, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in 1990’lardaki icraatları, CHP’nin, dönem dönem AKP’ye koltuk değneği olması ve burjuva partilerin halk düşmanlığında nasıl ortak bir noktada durdukları görmezden gelinemez.

Seçim propagandamızın esaslarından biri, kurtuluşun seçimle gelmeyeceği üzerine şekillenmesi olacaktır. Demokratik haklar için mücadelenin neden gerekli olduğu, kitlelerin istem ve taleplerine göz yumulamayacağı, temel demokratik hakların kazanılmasının da gerekli olduğu kitlelere anlatılırken, bu düzeni tümden ortadan kaldırmak ancak dağlardan şehirlere aktığımızda ‘’TAMAM’’lanacağı stratejik hedefimizdir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu