DerlediklerimizGüncel

ALGÜL UMUTLU | Meral Yakar: Ciğer dağlayan kaza kurşunu

"Küçük bir gecekondu evinde, gaz lambasının ışığında gözyaşlarıyla kaleme alırlar “Yoldaşlar! 25 Ocak 1973 Perşembe günü, hareketimiz İstanbul’da ilk şehidini verdi. Meral Yakar yoldaş bir kaza kurşunuyla öldü” cümleleriyle başlayan bildiriyi."

Ne O “tuz bas” dedi
Ne ben yarasına kıydım
Acımış bir çocuktur şimdi
Aysız gecelerde
Düş diye yastığımda uyuttuğum.

Sevda K

27 Şubat 1973 günü; 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı brifinginde bir ay önce olmuş olan ve o güne kadar dikkat çekmeyen bir olay “Örgütsel anlaşmazlığın yol açtığı” kasıtlı bir öldürme olayı şeklinde sunulunca bir anda tüm gazetelerin dikkati o yöne çevrilir.

Ertesi gün bu haber gazetelerin manşetlerinde şöyle yer alır: “Öldürülen Kadın Komünist Çıktı”, “Birbirlerini Öldüren Şehir Eşkıyaları!”…. gibi başlıklarla verilince ilgi daha da artar.

Ne olayın oluş şekli umurlarındadır ne de kendilerine anlatılanların gerçek olup olmadığı.

Tam da Sıkıyönetim Komutanlığı’nın istediği gibi devrimci değerlere saldırmak için ikinci bir “Sandık Cinayeti” yaratmaktır hedefleri.

Kendilerine servis edilen haberi olduğu gibi aktarmışlardır gazetelerine:

“Çapa Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi Meral Yakar, örgütsel anlaşmazlık sonucu Aslan Kılıç tarafından öldürüldü.”

Aslan Kılıç, İbrahim Kaypakkaya’dan sonra  TKP/ML (Türkiye Komünist Partisi/ Marksist- Leninist) örgütünün ikinci adamı pozisyonundadır İstanbul’da. Daha önce içinde faaliyet yürüttükleri “Aydınlık” hareketinden ayrılalı henüz bir yıl bile olmamıştır. İbrahim Kaypakkaya’nın ayrılıkla sonuçlanacak olan örgüt içi tartışmalarda Doğu Anadolu Bölge Komitesi imzalı, “Şubat Kararları” başlığıyla ele aldığı eleştirilerin ve tartışma yazılarının elden ele dolaştığı günlerdir.

Önce Meral verdi kararını

İstanbul’da bu yazılara güvenip de tavır alanların ilk sıralarında Meral Yakar ismi vardır, İrfan Çelik, Ahmet Muharrem Çiçek ve Kutsiye Bozoklar ile birlikte.

“Önce Meral verdi kararını” diyecekti Kutsiye Bozoklar yıllar sonra “Sonra Ahmet, sonra ben”. Daha sonra da tüm İstanbul örgütü katılmış zaten ayrılanların saflarına.

Ahmet ve Meral Çapa Tıp Fakültesi’nde öğrenciler o zamanlar.

Birisi okulu bırakıp işçi sınıfını örgütlemeye gider, diğeri örgüt yazılarını çoğaltmak için basın yayın işleri ile ilgilenmeye.

Daktilo yazma konusunda Meral’in hızına erişebilen yokmuş o zamanlar. Hızına bir de çalışmadaki titizliği ve dikkati eklenince bu alanda aranan tek isim oluvermiş kısa zamanda. Önce kendisine verilen el yazmalarının imla ve yazım hatalarını düzeltir, sonra büyük bir hızla daktiloya çekmeye başlarmış yazılanları.

Çünkü Çapa’ya İzmir Yüksek Öğretmen Okulu’ndan gelmiş o.

Antep Nizip doğumlu aslında. Bir abisi, kendisinden küçük bir de kız kardeşi varmış evde.

Hem kardeşlerin hem de okulun en zekisi, en çalışkanı, en disiplinlisi.

Öğretmenlerin ısrarıyla gönderilmiş Hatay Öğretmen Okulu’na.

Oradan da “en” iyiler arasında olduğu için İzmir Yüksek Öğretmen Okulu’nun yolu gözükmüş ona.

Bu “en”lerin içinde sadece derslerde çalışkanlık ve beceri değil, aynı zamanda  sosyal etkinlikler de varmış o dönemin kriterleri arasında. Her önüne gelen giremezmiş o yüksek okullara. En önemli özellikleri imiş “imece” usulü çalışmaları. Dershane ya da yatakhanelerini kendileri düzenler, koro, tiyatro, folklor ve spor faaliyetleri imiş olmazsa olmazları. Daha ilk günlerden öğreniyorlarmış yasa ve yönetmenliklerin kendilerine verdiği hakları, bunları sonuna kadar savunmayı ve kullanmayı. Bu amaçla kurmuşlar ta o dönemde öğrenci derneklerini. Öyle bir eğitilirlermiş ki; bu okullarda hayatın her alanında aktif, dişe diş mücadele edebilen, tuttuğunu koparan tipler olarak mezun olurlarmış kısa sürede.

İşte bu okulda tanışmış yoldaşı İrfan Çelik ile.

Birlikte gelmişler İstanbul’a okul bittikten sonra.

Ve birlikte üstlenmişler örgütsel yazıların daktiloya çekilip düzeltilmesi işini de.

Ama İrfan’ın aklı daha çok askeri işlerde.

Sadece daktilo yazmak değil elbette Meral’in işi.

Bazı günler örgüte yeni yeni kadrolar kazanmak için o randevudan bu randevuya koşar, bazen de belli semtlerdeki kadınlar arasında çalışmalar yaparmış. Tabii örgüte yeni ev bulup, legal bir kılıf altında kiralama işleri de onun sırtında imiş.

Kod adı: Kanarya

Aranmasına rağmen kendisine hiç kod adı almamış. Daha doğrusu sahte kimliğindeki ismi bile söylemezmiş örgütsel amaçla tanıştığı kişilere. Her gittiği randevuda; “Bana ne isim verirseniz, o ismi alacağım ben, bundan sonra hep o isimle çağıracaksınız beni” dermiş. Bu nedenle kimisi “Zeynep” demiş ona, kimisi “Ayşe” ya da “Fatma”. Kim nasıl çağırmak istiyorsa hep öyle çağırmışlar onu yakın çevresi dışında.

Ama en güzel kod ismini aralarında çalışma yaptığı emekçi kadınlar vermiş ona.

“Kanarya”  demişler onu ilk gördüklerinde. Kanarya gibi hareketli, yerinde duramayan cıvıl cıvıl biri imiş çünkü o. Ne yüzünden pırıl pırıl gülümsemesi eksik olurmuş ne de elinden sigarası. Sıcacık ilişkiler kurarmış hemen çevresiyle, eksikleri giderme, çevresiyle dayanışma ve yoktan var etmede üstüne yokmuş.

Kıt kanaat geçinilen yokluk, yoksulluk günleri… Kutsiye Bozoklar’ın deyimiyle eldeki paranın randevulara yetişebilmek için yol parasına bile zar zor yettiği günler. Topu topu yarım ekmek ve iki zeytinle geçirilen üç öğün. Bunlardan bile yoksun olduğu günler olmuş Meral’in. Bir gün kaldığı evden ne çıkacak pozisyonu varmış ne de çıksa bile ekmek alacak parası. İki gün boyunca sadece şekerli su içerek beklemiş sorumlu arkadaşın gelmesini. Yakınmak için değilmiş tabii bunları anlatması, gelecek güzel günlere ulaşmak için aşılması gereken merhalelerden birini daha aşmanın mutluluğuyla gülerek anlatırmış tüm bunları.

Kimi zaman eylem yerinde keşif yaparmış Kutsiye ile birlikte kimi zaman büyük bir soğukkanlılıkla yerden toplarken görülürmüş elinden düşüp çevreye saçılan bildiri tomarlarını.

En büyük zevki imiş tavla maçları. Hele de Ahmet Muharrem Çiçek ile yaptıkları.

İkisi de tavla konusunda oldukça iddialı.

Öyle bir sallayışı varmış ki zarları elinde.

Şaşkınlık ve hayranlıkla izlermiş böyle günlerde Kutsiye onları. Nasıl hayran olmasın ki; kendisi parmak hesabıyla bile zar zor takip edebilirken oyunu, derin bir mutluluk içinde tatlı bir çekişmeyle yapılan kıran kırana bir mücadele imiş tanık oldukları.

O ise bol bol Rahmetov’dan bahsedermiş onlara;

Çernisevski’nin “bir hayat ansiklopedisi”  yaratma amacıyla kaleme aldığı ve yeni tipte insanın nasıl olması, nasıl yaşaması gerektiğini anlatmaya çalıştığı romanı Nasıl Yapmalı”nın ünlü kahramanı Rahmetov. Yayımlandığı dönemde Rus gençliğinin bayrak yaptığı Çernisevski’nin bu romanını okumayan, Rahmetov’u tanımayan var mıydı acaba çevresinde?

Rahmetov mu? Vera mı?

O dönem birçokları gibi Kutsiye’nin de kendisine örnek seçtiği kahramandır yeni insan tipi Rahmetov. O da Rahmetov gibi; mücadeleyi engelleyecek her türlü ilişkinin, evlilik dahil yasak olması gerektiğine inanırdı o zamanlar. İnsanlar duygularına engel olmayı bilmeliydi, iktidar alınana kadar devrimden başka bir şey olmamalıydı hayatlarda, zaten şunun şurasında ne kalmıştı ki devrime!

Dudaklarında hafif bir gülümseme ile dinlerlermiş Kutsiye’nin anlattığı “Yeni İnsan”ı. Ne haklısın der onaylar ne de hayır öyle değil, diyerek karşı çıkarlarmış. Sessiz bir gülümseme öylece beklerlermiş söylevini bitirmesini.

Bir tek Rahmetov’un işkence karşısındaki tavrı konuşulurken katılırmış onlar sohbete. Saatlerce konuşurlarmış işkence karşısında Rahmetovvari yöntemler üzerine. Acaba derlermiş bizler de dayanabilecek miyiz bu işkencelere?

Birkaç ay sonraki buluşmalarında fark etmiş Meral’in parmağındaki nişan yüzüğünü.

“Hayrola?” demiş Kutsiye şaşkınlıkla.

“Hiç öylesine taktım işte” demiş önce gülerek.

Sonra da fakültedeki işlerini bitirip dışarıda yürürken “Biz nişanlandık işte, kızma tamam mı?“ demiş gülerek.

Kızmak mı? Böyle bir aşk yeşerir de 12 Mart yıkıntıları arasında kızmak olur mu hiç ona? Kavganın tam ortasında hem de. Geleceğe olan umudun da yeşermesi değil midir aşk aynı zamanda.

Zaten Kutsiye’nin kuralları da sadece kendisine değil mi? Hiç uygular mı onu diğer yoldaşlarına? Hele de Meral ve Ahmet gibi can ciğer olduğu, en sevdiği dostlarına?

Paraya kıyıp çay ve simit eşliğinde, güle oynaya kutlarlar o gün nişanlarını.

Kutsiye yazmamış ama acaba dedim  ben de kendi kendime, o gün orada, çay ve simit eşliğinde nişanı kutlarken -üçü birlikte belki de ilk defa-  Çernisevski’nin yarattığı yeni insanı Rahmetov’u bir kenera bırakıp, romanın diğer ana karakterlerinden Vera Pavlovna’yı da konuşmuşlar mıdır kendi aralarında? Toplumun kadına dayattığı gerici bütün rolleri elinin tersiyle itip; başta aşk, evlilik ve iş hayatı olmak üzere olmak üzere yaşamın her alanında varım, var olacağım diyerek eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren, devrimci dönüşümün simgesi Vera Pavlovna’yı.

Küçücük bir dikkatsizlik nelere mal oluyor

Basın için henüz ayrı bir ev yok o günlerde.

Böyle bir evin kuruluş aşamasındalar daha.

Yeni eve taşınana kadar Aslan’ın da kaldığı, Ümraniye, Atatürk Mahallesi Çavuşbaşı Caddesi’ndeki 42 numaralı apartmanın bir dairesinde yürütüyorlar çalışmalarını.

O 22 Ocak günü de her zamanki gibi erkenden kalkıp kahvaltısını yaptıktan sonra daktilonun başına geçer Meral.

Aslan’ın da dışarıda randevusu vardır yoldaşı ile, saat 10’da.

Son hazırlıklarını yapıp çıkacaktır evden.

Giyindikten sonra silahını alır eline. Fransız yapısı Ünik marka tabancadır bu. İki önemli özelliği vardır bu tip silahların: Birincisi tetik emniyetlerinin kabzaya çok yakın olması ve kabzayı kavrayan elin işaret ya da baş parmağı ile kolayca açılıp kapatılabilir olması. Bu iyi bir özelliktir bir silah için. Diğer yandan horoz yaylarının çok gergin olması gibi kötü bir özelliği de vardır bu silahların. Yani tetik açma kolaylığı ve süresi horozu kaldırmadan daha kolay, daha çabuk ve daha garantilidir.

O uğursuz kaza da zaten Aslan’ın silahı beline takarken, tabancayı tutan elinin başparmağı ile horozunu düşürmede gösterdiği dikkatsizlik sonucu olmuştur.

Silah patladığında yüz yüze değil, hemen hemen yan yana aynı hizadadır Meral ile.  Biri; odanın bir köşesinde oturur vaziyette masada yazısını yazmakta, diğeri da ayakta evden çıkmaya hazırlanmaktadır acele ile.

Patlama sesiyle birlikte kanlar içinde kalır Meral.

“Bu kazadan ikinci bir Sandık Davası çıkarmanıza izin vermeyeceğiz”

Gazeteler  bu kaza ile ilgili her gün yalanlarına yeni yalanlar eklerken Aslan kapatıldığı tek kişilik hücresinde işkencecileriyle boğuşmaktadır o günlerde.

Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde gözaltına alınmıştı 22 Ocak günü.

Meral’ı kucağında acil servise getirdiği gün.

Çılgına dönmüştü Meral’i oturduğu sandalyede kanlar içinde görünce. Sırtladığı gibi çıkmıştı sokağa. Önce taksi aramıştı çaresizce.

Sonra yoldan geçen bir dolmuşa binmişti, hastaneye yetiştir bizi diyerek.

Nasıl da yalvarmıştı Meral yolda kendisine “Beni bırak geri dön” diye. Nasıl düşünebilmişti böyle bir şeyi ya, nasıl bırakırdı yoldaşını yaralı halde sokak ortasında öyle.

“En yakın bir doktorun muayenesinin kapısına bırak o zaman” demişti her zamanki yoldaş sıcaklığı ile, “Sen git evi boşalt. Biliyorsun o evde bir kadının kaldığını kimse bilmiyordu. Büyük ihtimalle silah sesini duymuşlardır. Duymasalar bile sen beni çıkarırken komşular gördü. Onlar iyice şüphelenmeden geri dön, derhal boşaltman gerek evi.”

Hiç dinlemiyordu Aslan onu, olayın şokunda hala, tek derdi onu hastaneye sağ salim yetiştirmekti. Doktorlar nasıl olsa kurtarırlardı kendisini.

Yetiştiriyor da.

“Bari yolda buldum de sorduklarında” diyor Meral hastaneye girerken son bir gayretle.

Ocak ayının en soğuk günleri.

Ev kıyafetleri ile bir kadın, ayakkabısının bağları bile bağlı değil, üstelik de kanlar içinde.

Görevliler inanmıyor tabii ki sokakta buldum ifadesine.

Kısa bir kovalamacadan sonra yakalanıyor Aslan da.

Fazla bir işe yaramıyor üstündeki sahte kimliği, sonrası arananlar listesi, kabarık suç sicili ve Gayrettepe/1. Şube’de tam 33 gün süren işkence dolu günler.

“Şafak” davası nedeniyle ifadesine başvurulmak üzere götürüldüğü Ankara Askeri Cezaevi’ndeki arkadaşlarından öğrenir Meral için gazetelerin attıkları manşetleri. Neler neler anlatılmaktadır hakkında. Suçunu itiraf ettiğinden tutun da ne kadar eli kanlı terörist olduğuna dair uydurmadıkları bir konu kalmamıştır hakkında. Kulaklarına inanamaz önce, Emniyet’te, MİT’te verdiği ifadelerde olayın kaza olduğunu anlatmamış mıydı o? Keşif için eve götürdüklerinde detaylı bir şekilde anlatmamış mıydı kazanın nasıl olduğunu? Olay yeri tutanağında krokiler çizilmemiş miydi kendi pozisyonu, Meral’in pozisyonunu gözler önüne seren? Bütün bunlara rağmen nereden çıkarıyorlardı bu “kasten” öldürme haberini?

Ankara’da ifade verdikten sonra Haziran başlarında İstanbul’a getirilip Sıkıyönetim Savcısı Yaşar Değerli’nin karşısına çıkarıldığında savcıdan önce kendisi başlar sorguya:

“Kim, nasıl yapabilir böyle bir sahtekarlığı? Hangi kanun maddesi izin verir böyle bir şeye? İzin vereceğimizi mi sanıyorsunuz sizlerin bizim sırtımızdan ikinci bir Sandık Cinayeti çıkarma çabalarınıza? Okumadınız mı Emniyet’te, MİT’te verdiğim ifadeleri, evde yapılan olay yeri tutanaklarını. Hepsini, her şeyi krokilerle anlattım ben size?”

“Ömrüm boyunca ıstırap duyacağım”

Aslan’ın öfkesini gören savcı “Olur böyle şeyler” der pişkince. “Takılmamak lazım bunlara. Önemli olan iddianame. Nasıl olsa biz hazırlayacağız onu da, elbette öyle bir iddia olmayacak orada!”

Sanki hazırlık ifadesi alınırken öyle dememiş gibi Askeri Savcı Yaşar Değerli imzasını taşıyan iddianamenin 249. sayfasında bu olaydan bahsederken “Biz bu olayın örgütsel bir ilişkiden doğan gerginlikten ötürü kaza süsü verilerek girişilen bilinçli bir ölüm olduğuna inanmaktayız!” der.

Yine de lütfedip mahkemenin takdirine bırakır olayı.

Tam bir yıl sonra, 1974 Ocak ayında, İstanbul 2. No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yapılacak olan duruşmada hesaplaşacaktır Aslan Kılıç onunla.

“Bugün burada olsaydı eğer, bizlerle birlikte idam cezasıyla yargılanacak olan çok değerli bir yoldaşımızın, Meral Yakar yoldaşın ölümüne yol açan ve ömrüm boyu kendimi affetmeyeceğim ve ıstırabını duyacağım bir kaza sonucu faşizmin işkencecilerinin eline düştüm” diyerek başlamıştı savcıyı ve hazırladığı iddianameyi yerden yere vuran konuşmasına.

“Ne siz, ne de mahkemeniz beni yargılama hakkına sahip değildir, ben ancak yoldaşlarıma, halkıma ve en önemlisi de kendi vicdanıma hesap vermekle sorumluyum bu konuda, sizlere karşı değil” der Yaşar Değerli’nin gözlerinin içine baka baka.

Devrim ateşini harla!

Meral’in vurulması hem ailede hem de arkadaşlarında büyük bir üzüntü yaratmıştı.

Hastane kapısında, görevlilere vermişti bir muhasebecide çalışan abisinin telefon ve adresini: Haber verin, burada  olduğumu bildirin kendisine.

Görevliler kendisini arar aramaz koşmuştu abi Meral’in yanına.

Ameliyatta olduğunu söyleyip görüştürülmemişti kendisiyle.

Ama bazı bilgileri soracağız diyerek iki gün boyunca sorgulanmıştı kardeşinin ilişkileri hakkında o da Gayrettepe’de, Aslan ile birlikte.

Abisinin adı ve adresi dışında tek bir söz alamamışlardı Meral’in ağzından.

Ne kaza ile ne örgüt ne de yoldaşları ile ilgili.

Konuşmazsan tedavini yapmayız tehditleri de sökmemişti.

O ser verip sır vermeme ilkesini lafzıyla değil, özüyle benimseyenlerdendi.

Annenin iki gözü iki çeşme hastane koridorlarında.

Ahmet’i teselli edecek bir söz daha girmemiş lügatlara.

 “Kaçıracağım” diyordu aileye, “Onu işkencecilerin ellerine bırakmam muhakkak kaçırırım hastaneden Meral’i.

Çok değil üç gün sonra 25 Ocak akşam üstü alırlar acı haberi.

Aile bir yanda, Ahmet Muharrem ile Kutsiye bir yanda.

Gözyaşları karışır birbirine.

“Gidenlerimizi yaşatmanın en iyi yolu devrim ateşini harlamaktır” derler sonra. Kanaryamız da yanımızda burada olsaydı…

Küçük bir gecekondu evinde, gaz lambasının ışığında gözyaşlarıyla kaleme alırlar “Yoldaşlar! 25 Ocak 1973 Perşembe günü, hareketimiz İstanbul’da ilk şehidini verdi. Meral Yakar yoldaş bir kaza kurşunuyla öldü” cümleleriyle başlayan bildiriyi.

Ne bir gün önce Dersim dağlarında yaşanılan Vartinik baskınından haberleri vardır ne de Ali Haydar Yıldız’ın bu baskında ölü ele geçirildiğinden.

Sabah erkenden çıkarlar evden.

Koltuklarının altında bildiriler, dudaklarında Güneşi İçenlerin Türküsü vardır:

Bu bir türkü:
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

* Yazıyı yazarken 1973 TKP/ML Dava dosyasından ve Kutsiye Bozoklar’ın (Işık Kutlu) Yaşama Dair adlı makalesinden faydalandım.

(sendika.org – 25 Ocak 2024)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu