Makaleler

Baharı karşılamak!

Başkanlık ve yeni anayasa tartışmaları Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın “Türk tipi başkanlık” açıklamalarıyla yeniden Türkiye’nin gündemine girdi. Yapılan açıklamalardan ortaya çıkan önümüzdeki süreçte başkanlık tartışmalarının yeni anayasa yazımı çalışmalarıyla paralel şekilde ilerleyeceği ve bu amaçla yeni bir seçimin dahi gündeme getirilebileceği yönlüdür. “Milli ve yerli” söylemleriyle beslenen faşist propagandanın yanında “terörle mücadele” adı altında halka yönelik faşist saldırganlığın kesintisizce sürdürülmesi bu yönelimi doğrulayan bir özellik arz ediyor.

Bu açıklamalarla birlikte “Türk tipi başkanlığın” otoriterleşmeden faşizme doğru evrileceği yönlü tartışmalarda ortalarda gezmeye başladı. Bu türden yaklaşımlar Türk devlet yapısının tarihsel gelişimini ve tarihini doğru değerlendirememenin ürünüdür. Türk devleti kuruluşundan itibaren faşist bir yapıya sahiptir ve parlamento, siyasi partiler bu faşist yapının örtüsü işlevi görmüştür. TC tarihinde birkaç kısa dönem hariç burjuva demokrasisinin kırıntıları bile yaşanmamıştır. Diğer bir ifadeyle ne AKP’nin politikaları Türk devletini faşistleştirmiştir ne de R. T. Erdoğan’ın “Türk tipi başkanlık” talebi faşizmi getirecektir. Zira faşizm zaten vardır!

Türkiye’de yeni anayasanın ve başkanlık rejimiyle faşizmin geleceğini söyleyenler gerçekte bir yandan faşist bir Cumhuriyet zemininde anlaşmış bulunan hakim sınıf klikleri arasındaki dalaşın üzerini örtmekte, öte yandan da zaten fiili olarak var olan bir gerçeği de yok saymaktadırlar. Ki bizzat R. T. Erdoğan Türkiye’nin halihazırda faşist özünün değil ama “yönetim sistemi”nin değiştiğini; “ister kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir” sözleriyle ilan etmişti. (15 Ağustos 2015)

Bu “yeni sistem”in nasıl hayata geçirileceğini ise R. T. Erdoğan kaymakamlarla yaptığı toplantıda ifade etmektedir: “Mevzuat şöyledir, böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde yaparım deyin ve yapın.” (26 Ocak) Bu sözler Türkiye’deki rejimin faşist yapısına, keyfiliğine ve hakim sınıfların devleti yani kendi sınıfsal çıkarları mevzubahis olduğunda, kendi yasalarına bile uymadıklarına iyi bir örnektir. Ancak bunun R. T. Erdoğan’la başladığını iddia etmek doğru değildir. TC devleti kurulduğu günden bugüne, “takrir-i sükun”larla, “örfi idare”lerle, sıkıyönetim ve OHAL’lerle yönetilmiştir. Şimdi buna “özel güvenlik bölgeleri”yle “fiili durum” eklenmiş durumdadır. T. Kürdistanı’nda yaşananlar bu “yeni sistem”in göstergesi olduğu kadar, “eski sistem”den özde bir farkı olmadığını da anlatmaktadır.

Başkanlık rejimiyle Türkiye’ye faşizm gelmeyeceği, zaten var olan faşist sistemin kimi aksayan yönlerinin düzeltilmesi ve tahkim edilmesinin hedeflendiği açıktır. Bu açıdan R. T. Erdoğan “başkanlık sisteminin kişisel olmadığını” söylerken hem yalan hem doğruyu söylemektedir. Yalan söylemektedir çünkü başkanlık talebiyle gerek hakim sınıflar içindeki dalaşın etkisi ve gerekse de halka karşı işlediği suçlar nedeniyle kendi konumunu daha fazla güvence altına almayı amaçlamaktadır. Doğru söylemektedir çünkü başkanlık sistemi “fiili durum”u yasalaştıracak, faşizmin ülke içinde ve dışında saldırganlığının sürdürülmesine, emperyalist efendilerin taşeronluğunun daha iyi yerine getirilebilmesine olanak tanıyacaktır.

Her şart altında hakim sınıfların yeni anayasa oyunu ve başkanlık tartışmaları, halka yönelik saldırılarının süreceği anlamına gelmektedir. Nitekim yeni anayasa ve başkanlık tartışmaları eşliğinde gerçekleştirilen MGK toplantısında, hem içeride hem de dışarıda saldırı politikasının tüm hızıyla sürdürülmesi kararı alındığı açıklanmış durumdadır. Bunun anlamı faşizmin “terörle mücadele” adı altında başta Kürt ulusu olmak üzere, ilerici ve devrimcilere, kendisine biat etmeyen herkese saldırmaya devam edeceğidir. Bu faşist saldırganlığın esas hedefinde halk olmakla birlikte, rakip hakim sınıf kliği de üzerine düşen payı almaktadır. Ancak onları bir arada tutan temelin faşist Cumhuriyet olması, dalaşlarının sadece bu faşist yapının tonunun ne olacağı siyasetine itmektedir. Faşizmin “İslamcısı” da Kemalist’i de aynı ortak paydada; sistemin bekası adına işçi sınıfı ve halk düşmanlığını sürdürmektedir ve sürdürecektir de!

Nitekim faşist Cumhuriyetin düşman olarak kodladığı Kürt ulusuna yaklaşım ve Kürt düşmanlığı, hakim sınıf kliklerini aynı çizgide birleştirmeye devam etmektedir. CHP’nin oy hesabıyla Kürt halkına yaklaşımının sahteliği en son Suriye Kürtlerinin temsilcisi PYD’nin Cenevre görüşmelerine çağrılmama tartışmalarında aldığı tutumda görülmektedir. CHP ise iktidar dalaşında halk kitlelerinden destek almak için “sol” yüzünü göstermeye çalışmakta ancak Suriye için Cenevre’de kurulacak masaya Kürtlerin katılmaması için AKP ile aynı çizgide buluşmaktadır.

 

Cenevre’ye çağrılmamak ve kendi çizgisinde ısrar

Suriye’de savaşı bitirmek adı altında emperyalistlerin yeniden sahnelediği Cenevre görüşmeleri, daha başından toplantıya Suriye Kürtlerinin temsilcisi PYD’nin çağrılmamasıyla gerçek rengini belli etmiş durumdadır. Bu yaklaşım emperyalistler ve bölge gericiliğinin, Suriye’de savaşı bitirmekten çok tribünlere oynamaya devam ettikleri, savaşı diplomasi koridorlarında pazarlıklarla sürdürdükleri anlamına gelmektedir. Çünkü gerçekten savaşı bitirmek isteyenler, sahada Cihatçı örgütlenmelere karşı en etkili darbeleri vuran güçleri muhatap alırlar. Bu nedenle emperyalistler ve bölge gericileri, bölgede en önemli güçlerden biri ve kendi çizgisini izlemekte ısrarlı olan Suriye Kürtlerini masaya çağırmayarak gerçek niyetlerini ortaya koymuş durumdadır.

PYD’nin Cenevre’ye çağrılmamasını sadece Türkiye’nin istememesine bağlamak yanlış olur. PYD’nin önerdiği modele hem emperyalistler hem de bölge gericiliği tarafından mesafeli yaklaşıldığı, Suriye Kürtlerinin kendi çıkarlarını önceleyen bir strateji izlemesinin bu güçleri rahatsız ettiği ortadadır. Bu durum PYD’nin sadece Türkiye değil, emperyalistler ve diğer bölge gerici güçleri tarafından Cenevre’ye çağrılmamasında etkili olmuştur. Cenevre tartışmaları aynı zamanda emperyalistler ve bölge gericiliği tarafından Suriye Kürtlerini kendi tarafına çekme mücadelesi olarak da tanımlanabilir. Bu noktada zaten masada yer almayacağı söylenen PYD, haklı olarak Cenevre’den çıkacak sonuçların kendilerini bağlamayacağını ilan etmiş durumdadır.

Bu durum bile başlı başına Suriye Kürtlerinin öncülük ettiği Rojava yönetiminin kendi çizgisini izlemeye devam edeceğini, emperyalistler ve bölge gericilerinin dümen suyuna girmeyeceğini göstermektedir. Suriye Kürtlerinin emperyalistler ve bölge gericiliğiyle görüşmeler yapması, kimi ittifaklar içine girmesi, sürdürdüğü mücadelenin doğası gereği anlaşılırdır. Burada temel belirleyici olan nokta, Suriye Kürtlerinin öncülüğünde Rojava Kantonlarının kendi kendilerini yönetme isteği, bağımsız çizgilerini hayata geçirme iradesidir.

Bu irade olduğu müddetçe, Suriye’deki savaşta kazanmaya devam edecek olan, Suriye Kürtlerinin öncülüğünde Rojava Kantonları olacaktır. Suriye Kürtlerinin bu kendi siyasetini izleme, emperyalistler ve bölge gericiliğinin dümen suyuna girmeme iradesi kırıldığı oranda kaybeden başta Suriye Kürtleri olmak üzere, Rojava’da yönetime katılan diğer azınlık milliyetler olacaktır.

 

Direnişin destekçisi değil aktif bileşeni olmak

Cenevre vesilesiyle yaşanan gelişmeler, emperyalistler ve bölge gericiliğinin, saldırılarını sürdüreceğini göstermektedir. Bunun karşısında direnişin de süreceği açıktır. Türk hakim sınıfları da bu gerçeğin farkında olarak genel olarak Suriye özel olarak da Suriye Kürdistanı’nda kaybetmelerinin ardından aynı durumun T. Kürdistanı’nda da yaşanmaması için bir ön alma hamlesi yapmışlardır. Faşizm eğer azgınca saldırmazsa kaybedeceğinin korkusuyla meseleye yaklaşmakta, bir bekaa sorunu olarak görmektedir. Bu durum beraberinde her türlü yol ve yöntemin kullanılarak Kürt ulusuna ve onun siyasi iradesine boyun eğdirmenin devreye girmesine neden olmuştur.

T. Kürdistanı’nda yaşanan faşist saldırganlığın muhatabının sadece Kürt ulusu ve onun siyasi iradesi olmadığının bilinmesi önemlidir. Ülkemizde Kürt sorunu demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Bu anlamıyla devrimci mücadelenin ilgi alanına girmekte; Kürt ulusal mücadelesiyle, onun talepleriyle ve direnişiyle ilişkilenip ilişkilenmeme devrimcilik kriterlerini belirlemektedir!

Kürt ulusunun tam hak eşitliği ve belli bir statü talebiyle verdiği mücadeleyle, Türkiye devrimci ve demokratik güçlerinin demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş durumdadır. Bu somut durum beraberinde T. Kürdistanı’nda verilen direnişin sadece destekçisi değil aktif bir parçası olmayı, Kürt ulusal hareketiyle her alanda eylem birliği içinde bulunmayı getirmektedir. Faşizmin bu saldırganlığına karşı, başta mücadelenin silahlı biçimleri olmak üzere, bütün mücadele araçlarının kullanılarak yanıt olunması, bunun pratik adımlarının örülmesi, Türkiye devrim ve demokrasi mücadelesi açısından tayin edici bir önem taşımaktadır.

Önümüz bahar! Devletin azgınca saldırısının, bütün güçleriyle yüklenmesinin ve acele etmesinin bir nedeni de budur. Bahar gelmeden direnişi ezmek böylece küçük de olsa bir zafer kazanmak istemektedir. Faşizmin bu arzusuna direnişi büyüterek yanıt olmak, onun hevesini kursağında bırakmak, halka karşı verdiği savaşı daha baştan kaybettiğini göstermek için bir adım daha öne çıkalım, örgütlenelim. Direnişin ve mücadelenin aktif parçası olalım. Baharı böyle karşılayalım!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu