GüncelManşet

Bir savaş arenası olarak “kutsal erk”le imtihan

Sıkça dile getiriyoruz; ataerkil sistem tarafından belirlenmiş toplumsal cinsiyet rollerinin aile, çevre ve sistem başta olmak üzere tüm toplumsal kurumları aracılığı ile çocukluğumuzdan itibaren öğretilip, kanıksattırıldığını ve bunları sorgusuz kabul etmemizin sağlandığını.

Öyle yetiştiriliyoruz ki, çocukluğumuzdan itibaren sistem tarafından kadın ya da erkek olmamız gerektiği öğretiliyor. Toplumsal kadınlık ve erkeklik rolleri iliklerimize kadar işliyor/işleniyor ve bunun farkında dahi olmuyoruz. Bizler de bu oyunun gönüllü aktörleri haline dönüştürülüyoruz; ezen, hükmeden, erkek ve ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan kadın olarak…

Yine bu roller bir kez öğretildiğinde/öğrenildiğinde, olduğu yerde ve biçimde kalmıyor. İçinden geçilen sürece, koşullara göre gerici egemen sistem tarafından yine ve yeniden üretilerek kendisini yenilmesi sağlanıyor.

 

Toplumsal cinsiyet rolleri toplumda bu biçimde yaşanırken, devrimci saflarda nasıl yaşanıyor?

Öncelikle belirtmeliyiz ki, komünist devrimci örgütler toplumdan yalıtılmış, bir bütün steril bir yapı değildir. Toplum içinde ve toplumsal yapıda yaşanan tüm olumlu ve olumsuz gelişmeler, bireylerdeki olumlu ve olumsuz özelliklerde can bularak bir biçimde komünist devrimci örgütlere taşınıyor/taşınmaya çalışılıyor. Örgütlenen erkeğin erkek egemen sistemdeki avantajlı konumu, egemen olma ruh hali ve psikolojisi değişik görünümler altında varlığını devam ettiriyor. Komünist devrimci örgütler kendi saflarında yaşanabilecek cinsiyetçiliğe, baskıya, erkek şovenizmine ve sistemin içinden taşınan tüm gerici yönlere, ideolojik hastalıklara vs. savaş açmış olmasına rağmen bireyin taşıdığı bu zaaflar bir anda ortadan kalkmıyor. Hele ki bizim gibi dini değerlerle bilinçlerin kuşatıldığı ve oldukça katı yaşandığı, yarı sömürge, yarı feodal yapının şekillendirdiği burjuva-feodal değer yargıları ve yoz ahlakın, bencilliğin içinde yetişen bilinçleri sakatlanan bireylerin, devrimcilerin bunlardan arınması elbette daha zor ve sancılı oluyor.

Komünist devrimci örgütler içinde de ileri ile geri olanın sürekli bir mücadelesi söz konusudur. Değişim, dönüşüm ve komünist kimliğin yaratılması hedefi esastır. Bu değişim-dönüşüm konusunda en fazla ayak direyen, binbir biçime bürünerek varlığını devam ettirmeye çalışan sorunların ve geriliklerin başında gelenlerden birisi de erkek egemen cinsiyetçi anlayış ve yaklaşımlardır. Cinsiyetçiliğe, erkek şovenizmine karşı olan, cinsler arasında eşitlik temelinde büyüyen bir komünist devrimci örgütlerde kuşkusuz ki sistemin içindeki gibi erkek-kadın ilişkileri gelişmez. Ataerkil anlayış ve yaklaşımlar da öyle kaba yaşanmıyor. Bunun zemini de yok. Ancak bu durum komünist devrimci örgütlerin tüm bunlardan arındığı anlamına da gelmiyor.

Komünist devrimci örgütlerin kadın sorununa karşı ilgisiz, sorunlu yaklaşımları atılan olumlu adımlar kolektifimizde -özelde de kadın yaşamında- belli bir bilinç düzeyi yaratmaya başladı. Bu süreç kadın yoldaşlarda cins bilincinin oluşması, kolektif içindeki ve dışındaki cinsiyetçi erkek egemen yaklaşım ve ele alışları daha fazla sorgulanmasını sağladı. Kadın yoldaşların eril anlayışa karşı müdahale ettiği bu süreçte kolektif içindeki erkek egemen yaklaşımların daha fazla su yüzüne çıkartılarak görünür olmasının sağlandığı bir gerçek. Bu sayede bir kez daha gördük ki “kadın sorunu” olarak adlandırılan sorun aynı zamanda bir erkek sorunu(dur) da. Bu tespitle beraber ataerkil cinsiyetçiliğe ve erkek şovenizmine karşı mücadelenin zorunlu olduğu açıktır. Bu mücadelede sadece kadının ikincil konumuna, edilgen, inisiyatifsiz, feodal yönlerine değil; erkeğin sistemden komünist devrimci örgütlere taşıdıklarına, sistemin ona sağladığı ayrıcalıklı konumunu korumak isteyen anlayışına vurmak ve mücadele etmek zorundayız. Ve bunu iki cinsin birlikte yürütmesi gerekiyor. Maalesef pratiğimize baktığımızda, özellikle erkek yoldaşlar sorunu kendi dışlarında görüyorlar, yürütülecek mücadeleyi de kadınların sorumluluğu, görevi olarak algılıyorlar. Bu bakış açısında bile sistemin öğretilmiş erkek egemen anlayışını görüyoruz. Kendisinin burjuva-feodal “erkeklik”ten arındığını sanan erkek, her şeyi “bildiğini” zannediyor! Kolektif içindeki kadın ve erkeklik sorununu da dışarıda arıyor!

Peki kadın çalışması erkek yoldaşları nereden nereye getirdi? Kadın çalışmaları başladığında birçok erkek yoldaş çalışmaları yürüten kadın yoldaşlara karşı iplerin ellerinden kaçacağı endişesiyle, güvencesiz, kaygılı, “öğreten”, “aman feminizme dikkat”, uyarılarıyla ayar vermeye çalışan, kaba, pervasız “erkeklik” halleriyle karşımızdaydı. Bugün ise kadın yoldaşlarda cins bilincinin gelişmesinin de sonucu olarak “erkeklik” halleri biraz geriye çekilmiş durumda ancak inceltilmiş olarak sürdüğü de bir gerçek. Kimi “ayrıntılar” hariç!

Bugüne kadar kolektif içinde kadının geri durumda olmasının da etkisiyle esas olarak kadın cephesi sorgulandı. Ve sorunun öznesi olarak kadınlar görülerek kadınlarda bir bilinç sıçraması yaratılmaya, daha ileriye taşınmaya çalışıldı. Ama sorunun bir de diğer ayağı, erkekler cephesi var. Ve artık erkek cephesinin, erkek yoldaşlardaki “öğretilmiş erkeklik” hallerinin de irdelenmesi gerekiyor. Erkek yoldaşların da kendilerini sorgulamaları, erkek egemen-şoven yönlerine vurmaları zorunludur. Ancak erkek yoldaşlar bu sorgulayışın ve mücadelenin oldukça uzağındalar.

“Kadın sorununu” ve kadın çalışmalarını kolektifin sorunu ve çalışmaları olarak görmeyen erkek yoldaşlar, bu çalışmaları da kadınlara havale etmiş durumdalar.  Elbette söyleyecek sözleri olmadığından değil! Nitekim teoride genel çerçeveye dair çok şey de söylüyorlar. Ama her zamanki gibi “bilen, öğreten adam” olma rolüyle bizi bize anlatıyorlar. Oysa pratikte gördük ki ne kadar “ileri olursa olsun” erkeğin kadın sorununa dair ürettiği çözüm, çözümleme erkek egemen sistemin ters düştüğü yere kadardır. Bugün bu ters düşülen yerle, yani kendilerindeki “öğretilmiş erkeklikleriyle” yüzleşmek yerine, sorunun üstünü örttükleri ortada. Herkesin kabulü olduğu üzere, ortada bir sorun var ve bu sorunun parçası olmalarına rağmen nedense erkekler bunun dışında oluyor. Söylemler ise, kendisinin de içinde olduğu somut verilerden ziyade genel tespitlere, söylemlere kayıyor. Birçok erkek yoldaşın teorik söylemlerinde kadın-erkek “eşit” olsa da pratik faaliyetlerde erkek egemenliğinin inceltilmiş ya da kaba halleri değişik biçimlere bürünerek karşımıza çıkıyor. Kadın faaliyetçilere güvensizlik, her şeyi kontrol ve denetim altında tutmaya çalışma, her şeyi en iyi bilen-öğreten rolünde olma, “koruma” adı altında kadını pasifleştirip, inisiyatifleştirecek, kimi görevlerden uzak tutacak pratiklerde bulunma, kadınlar üzerinde psikolojik şiddeti her dozajda kullanma vb. buna örnek verilebilir. Bazen de sorumlu kadın yoldaşların inisiyatifini tanımama, “tanısa” dahi inisiyatifi kırma, örgütsel disiplini zayıflatma, delme vb. biçimlerinde karşımıza çıkabiliyor. Benzer örnekleri kuşkusuz çoğaltıp açabiliriz. Tüm bu ve benzeri pratiklerde de yansıyan ve bireyin iliklerine kadar işlemiş ” erk” duygusunu açığa çıkarıp, bilinçli müdahale edilmediği takdirde erkekle kadının çatışma halinde olacağı; bu “erk”in kadınla birlikte erkeğin de prangası olacağı kesin.

Sorunun bir diğer ayağını ise devrimci erkeğin kadına ve kadın sorununa dair teorik söylemi, iddiası ne olursa olsun gerçek yaklaşımı oluşturuyor ve bu yaklaşım kolektif içinde bulunan kadınla kurduğu ilişkiden ibaret değil. Bundan daha da önemlisi ve esas belirleyici olan kolektif dışında yani toplumdaki kadınla kurduğu ilişkinin düzeyidir. Birçok erkek yoldaşın kadın yoldaşlarıyla kurduğu ilişkide daha “özenli” davranıp, onları “önemser”ken; erkek egemen yönlerini daha fazla kontrol altında tutup, onların devrimci-komünist kimliklerine göre ilişki kurarken, devrimci yaşamın dışında, ailesinde ve çevresindeki kadınlara daha geri düzeyde, sıradan bir ilişki kurduğuna tanık oluyoruz. Örgütlü olmayan kadınları daha fazla yok saydığını, toplumsal erkeklik rollerini evreye soktuğunu görüyoruz. Örneğin, devrimci ortamlarda cinsiyetçi iş bölümüne karşı çıkıp, toplumda “kadın işleri” olarak görülen işlerin yapılmasına “yardım edip” paylaşırken, aynı işleri aile içinde annesinin, kız kardeşlerinin, evli olduğu kadının yapmasını bekliyor.

Elbette devrimci erkeğin bu ikili tutumunun nedeni toplumsal cinsiyet rolünden, öğretilen “erkeklik”ten sıyrılamamış olması. Yeterince uygun zemin olmadığında, törpülenmiş gibi gözüken tüm erklikler fırsatın bulunması ile olabildiğince açığa çıkıyor ve sistemin sunduğu avantajlardan yararlanılıyor.

Kolektif içindeki kadın yoldaşlarıyla görece daha “eşitlik” ve “paylaşım” temelinde kurulan ilişkinin nedeni, bu ilişkide belirleyici olanın devrimci kadının tutumu olması. Yani, devrimci/komünist kadının yakaladığı bilinç düzeyinden kaynaklı. Devrimci kadının kendisine toplumdaki kadına davranıldığı gibi davranılmasına izin vermemesi.

Ancak devrimci kadın da, erkekle kurduğu ilişkiye toplumsal cinsiyet rolleriyle yaklaştığı oranda erkek egemen anlayış ve davranışlar devreye giriyor. Devrimci saflardaki ilişki de sıradanlaşıyor. Buna en iyi örnek olarak kimi evli yoldaşların ilişkileridir. İlişkiler devrimcileştirilmediği, toplumsal cinsiyet rollerinden sıyrılmadığı oranda düzen içindeki “karı-koca” ilişkisine benzemekte. Koruyan, kollayan olan erkek ve ona yaslanan, onun gölgesinde kalan kadın halleri karşımıza çıkıyor. Görevler, sorumluluklar da bu geleneksel rollere göre paylaşılıyor. Bir anlamda devrimci/komünist saflarda “devrimci ilişki” adına sistem içi bir ilişki yaşanıyor. Bu ilişki ise çoğu durumda daha geri pozisyonda olan kadını geliştirmek yerine daha da geri konuma itiyor ve kopuşlara kadar getirebiliyor.

Devrimcileştirilemeyen ilişkiler ve komünistleştirilemeyen kimliklerle “öğretilmiş” kadın ve ilişkilerinin devrimci/komünist saflarda yeniden kendini ürettiğini görüyoruz. Bu üretime dur demek, yaşamımızı, düşünüşümüzü, ilişkilerimizi daha fazla devrimcileştirmek zorundayız. Bizi sistem içine çeken, ileriye gitmemizin önündeki engelleri, toplumsal cinsiyet rollerini ve ilişkilerini aşmak, toplumsal cinsiyet ayrımının oluşturduğu zincirleri kırmak ve özgürleşmek zorundayız. Bu özgürlük ise önce kendi prangalarımızı kırmakla başlayacak. Yani kolektif yapının bileşeni olan kadın ve erkeklerin kendi içlerindeki “erk”e vurmalarıyla başlayacak.

(Bir Partizan

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu