GüncelMakaleler

Fetih Koç  | Dersim Ve Dağ Klamları İle Yılmaz Çelik

"Munzur’un akan acılarını mızrabıyla sazın tellerine vurup dillendiriyor. Pir Sultan’dan Sıle Qız’a, Garip Şahin’den Hasret Gültekin’e, Dadaloğlu’ndan Mehmet Çapan’a, Aşık Veysel’den Ahmet Kaya’ya uzanan halk ozanlarının ve devrimci sanatçıların bıraktığı mirası temsil etmektedir."

“Çeke çeke” ile başlayan serüven “dağ klamları” ile devam ediyor.

Bu ses derin vadilerden gelip düşüyor yüreklere. “İnsan yaşadığı yere benzer”  der filozof.

Hayatın birçok müzikal tınıları ve renkleri vardır. Nota, nota akortları ve her notanın ayrı sesi vardır. Her notanın sunduğu farklı düşler vardır hayatımızda. Yılmaz Çelik’in eserlerini büyük bir iştahla dinliyorum. Dinlerken emeğinin hakkını her sanatçı, dinleyici ve sanat severler tarafından mutlaka verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bizim rengimiz sadece kırmızı değildir. Ben kırmızının yanında hep maviyi de koyarım. Düşlerimi aşkın kızıl tonlarıyla karıştırırım tüm renklerde. Doğayla bütünleşmeyi daha çok severim. Düşlerimiz, hayatın her alanında ilerici devrimlerle ilerlemektir.

Yılmaz Çelik “Çeke Çeke” albümüyle başlayan ve “dağ klamları”yla devam eden sanat hayatını ve müziğiyle kendine özgü bir tarzla seslendirdiği eserlerini tam da bu hayatın renklerinin içine oturtuyor. Yani, hayatın kendisidir hayata akıp giden. Notalarında, ritimlerinde, ezgilerinin sesinde halkın kültürünü, felsefesini nefesine işliyor sevgili sanatçımız.

Ve Yılmaz’ın sesi yollara düşüyor…

Bizi derin vadilerin gölgesinde yeni sevdaların düşlerine koyuyor, köylerin patika yollarından başlayıp taa kentlerin ortasına götürüyor.

Şiirle sararız tütünümüzü ve aşkla dinleriz ozanın klamlarını.

Vadileri saran sislerin deminden vururuz ve yeniden düşeriz sevdaların yamaçlarına doğru… Bu ezgileri iyi dinleyin derim, sislerin acı ve hazin tarihin ezgisidir bize doğru savrulan.

Sadece dinleyin ve yola düşen yeni sevdaların tılsımlarından yeni serüvenlere hazır olun.

Yeni serüvenlerden sökülüp gideceğiz hayatın acılarının içinden, o düşlediğimiz sevdalı dünyamıza.

“Çeke çeke” ile başlayan serüven “dağ klamları”yla devam ediyor.

Bizim coğrafyada ya da bizimki gibi ülkelerde halkın sanatçısı olmak çok zordur.

Gerçek sanatın yapısındaki olağanüstü estetik güzelliklerin erişilmez noktalarına uzana bilmenin ne derece güç olduğunu her sanatçı ve sanat eleştirmeni bilir. Sanat yapabilmek için bu denli uzun bir yolculuğun en ağır çilelerini çekerek, yaşamdan kaynaklanan duyarlılıklara benzersiz ve özgün bir dil kazandırmak öyle göründüğü gibi yüzeysel ve de kolay değildir.

İnsanların iç dünyasında olan bitenler benzerlikler taşısa da bu hissiyata içlerinden biri ulaşabilmekte ya da dokunabilmektedir. Yeteneğin, sanatın dilini kullanma becerisi bilgi ve donanımların yeterliliğe ulaşması ve nice emek sonrası gerçekleşebiliyor. Bunu da çok az kişi başarabiliyor. Yılmaz Çelik, bu başarılara imza atan Dersimli sanatçılarımızdan biridir.

Türküler, halkın hayatından esinlenen, kaynağını oradan alan ürünlerdir. Halkın günlük hayatta yaşadığı veya şahit olduğu olay, durum, tutum ve davranışlarla ilgili duygular, düşünceler, sevinçler, kederler, nefretler, ümitler, inançlar açık bir şekilde türkülere yansır.

Bu özelliklerinden dolayı türküler, halk kültürü ürünleri içinde en yaygın türlerin başında gelir. Ezilen halkların bütün özellikleri, Dersim kültürünü oluşturan maddi ve manevi unsurların hemen hepsi klamlarda görülebilir. Bu bağlamda, geçmişten günümüze Dersim kültürü içinde ayrı bir yere sahip olan dağlar da klamlarda, türkülerde, şiirlerde ve edebiyatta çeşitli rol ve fonksiyonlarda karşımıza çıkar.

Kendine özgü motifleri olan bu farklılığı Yılmaz Çelik’te görmek mümkün, bu bağlamda, Dersim motiflerini sanatına özüyle taşıyan bir sanatçıdır Yılmaz Çelik.

Eski bir Yunan kafesinde kulağımıza gelen hafif bir müziğe ait sesin yabancı olmadığını, ana dilimizin müziği olduğunu fark ettik. Kulak kestiğimizde söyleyenin Yılmaz Çelik olduğunu anladık.

Zazaca-Kırmançki müziğin evrensel özelikleriyle sınırları aşması, biz de sanatçımızın müziği adına daha bir anlam yarattı, kendi sanatı adına kazandığı derinlik ve oluşturduğu farklılık bizde güzel bir yer edindi. Eski bir mekan olduğu için yaşlı Yunanlıların takıldığı antik bir özellik taşıyordu. Ve o antik mekanda Yılmaz Çelik’in sesi, tınılarıyla akıyordu halkların yüreğine.

Müzik, insanın duygu, düşünce, izlenim, tasarım ve dileklerini uyumlu seslerle anlatma olanağı veren bir dil olup tarihin her döneminde insanların kendini ifade etmede kullandıkları en temel ve ortak araçlardan biridir. Bundan dolayıdır ki, farklı kıtalardaki değişik toplumların insanları, müzik dilinde buluşabilmiş, müzikle anlaşabilmişlerdir.

Müzik, kendi içerisinde birçok türe ayrılmaktadır. Bu türlerden biri, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa iletilerek günümüze kadar gelen geleneksel halk müziğidir.

O mekanda yaşlı bir Yunanlı şunu söyledi;

“Halk müziği notalarla değil insandan insana aktarılarak günümüze geldi. Onun söylediği dili bilmiyorum ama ne söylediğini çok iyi anlıyorum ve yaşıyorum.“  Müzik dünyanın tek dilidir ve evrenseldir. Önemli olan bu dili sanata taşıyabilmektir. Yılmaz Çelik, bunu başaran bir Dersimli sanatçıdır ve halk sanatın ustasıdır.

Ezilen halkın ezgileri yakıcıdır, dertlidir ve derin felsefik sözlerin yaratıcısıdır. Bazen insanüstü yaratışların ve buluşların harman olduğu ezgilerdir insanın bağrından çıkıp dağlarda yankılanan.

Her yoksul evde mutlaka dinlenir ve bu ezgilerin seyrinde uykuya dalınır. Şarkılarımız ve klamlarımız gerçekçi olduğu gibi hakikatleri söylemekten çekinmeyen ermiş, derviş, budalalar ve cesur kimselerin söylemleridir. Dersim halkının düşünen, soran, küsen, ağlayan kalbinin içini görürüz Yılmaz Çelik’in söylediği klamlarda, türkülerde ve deyişlerde. Onlar ezilen ve yok olmaya terk edilmiş bir dilin masallarıdır. O masallar dile gelmiş, o kadim insanları ve o güzel mistik dili anlatıyor.

Yasaklı bir kültürün ve dilin temsilcisi yine o yasağın iç dinamiğinde yarattığı kendi sanatçılarıdır. Yılmaz Çelik, bu sanatçılarımızdan biridir. Kendi dilinde türkülerini okumayan bir halk, yabancı bir kültüre ve dile kurban edilmektedir. Yılmaz Çelik, buna itiraz ederek kendi ana dilindeki ısrarın eylemcisidir. Ana dilde yapılan sanat, o dilin gücünü ve derinliğini evrensel bir boyuta çıkarır.

Sanatın gücü, halkın mizahını ve günlük yaşamını tarihe taşır. Bir halkın sanatçısı yoksa o halkın kendi kültürü de yok demektir. Asimilasyona uğratılan dil, sanatın vermiş olduğu devrimci ısrarla kendi küllerinden doğuruyor.

Sanat, dünya halklarının özgürce ve barış içinde yaşamasını sağlayan en güçlü silahtır. Dolayısıyla, sürgünde doğup, sürgünde yaşamını yitiren ve hasretini çektiği topraklara defnedilmesine bile izin verilmeyen Kürt müziğinin efsane isimlerinden Ermeni sanatçı Arman Tigran, aynen şunu söylüyor; “Dünyaya bir daha gelsem, ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapardım.” Halklar arasında sanatın ne kadar güçlü bir bağ oluşturduğunu çok net bir ifadeyle not düşmüştür tarihe.

Yılmaz Çelik, yaptığı sanatla hep yıldızlara yakın yürüdü. Ay ve yıldızların sıcaklığını ezgilerine taşıdı.

Sanatın ve hayatın yalın ve renkli yanlarıyla yol aldı. Pencerelere vuran ışık gerçektir, bahar kadar. Bunlar gibi yaşanılan ne varsa gerçektir. Espirinin renkleri ve mizahın olmazsa olmazı kendi gerçekliğidir. Ezgiler de, toplumun hep birlikte kendisini yaşama gerçekliğidir.

Sanatçımız, Dersim kültürüne büyük bir katkı sunarak ezgileri ve klamları büyük bir beğeniyle dinleniyor ve söyleniyor. Sanat yönüyle ucuz ve popüler kültüre yüz vermeyen, kendisine özgü ve kalıcı tarzıyla, sonraki kuşakları da besleyecek bir çığır açarak sanatını icra etmeye devam ediyor.

Kuşkusuz, bu duruşuyla bir mirası temsil ediyor.

Aynı zamanda tarihe bir miras da bırakıyor. Ezilenlerden yana olan her sanatçı tarihe bıraktığı bu mirasıyla ve geleneğiyle anılarak yaşatılıyor.

Yılmaz Çelik, sadece ses olarak ya da bir yorumcu olarak değil, Dersim müziğinin gelişmesi açısından yaptığı çalışmalarıyla da önemsenmesi gerekiyor. Dersimli olması ve kendi ana dilinde ısrarcı olması, bunun yanında Türkçe türkülerde söylemesi halkların arasındaki köprünün tek kalıcı  yapıtaşının sanat olduğunu ve sanatın birleştirici gücü olduğunu ortaya koymaktadır.

Kendi topraklarının rüzgarında klamlar söyleyen insan yaşadığı yere benzer.

Yüzyıllardır yok sayılmış, dili, inancı, kimliği yasaklanmış, varlığı derin acılarla, tertele, ölüm ve sürgün ile sınanmış bir halk, kederini de hasretini de bir sır gibi paylaştığı klamlarla dile getirir.

Yılmaz Çelik, ilk albümünde kendi coğrafyasındaki acıları şöyle dile getiriyor “Da da meso, Usene mı meso” diyerek uzun bir havayı dillere düşüren ağıtın o topraklarda boy veren acılarının sesi oluyor:  “Talebe to tore beso, Usene mı cigeram mı daye daye… Usen vano; talıbeni talibeni, sıma kı heq zane, mı bere memlekete maye vesaiye; daye daye…” Ses, tınılarıyla birlikte derin vadilerin, çok daha derin acıların sesi olduğunu tüm benliğimize yedirerek hissettiriyor.

Yaralı toprakların sesi sanata öyle kolay işlenmez. Onu sanatla buluşturup icra etmek için o duyguyu iliklerinizde hissedip yaşamak gerekiyor. Duyguyu sese, sesi mızrabın içine işleyebilen sanatçı ancak sazın telleriyle bunun hakkını verebilir. Yılmaz Çelik, yok edilmek istenen dilin, kültürün, tarihin, insanın ve bize bizi hatırlatan klamında şöyle diyor: “La lao viri ra meke meke, ho viri ra meke, jüane mı ra vano to ra…”Bizi bize hatırlatan klamların dili ateş gibi yakıcıdır. Söyleyenide, dinleyenide yakıyor bu klamlar.

Sanatçının doğduğu Dersim’de insansızlaştırma, yaşamı yaralı bırakma, ve unutturmaya karşı masal ile, söylence ile, şiir ve klam ile “Biya xo veri (hatırla)” demesi bunlara karşı eylemidir, ısrarıdır bu.

Benzer varoluş çabalarıyla birlikte insanlığın çıkışından bugüne, nefesten sese akan bu klamlar yüzyıllara karşı ve haksızlığa başkaldırışıyla günümüze kadar gelmiştir. Devamla, bir klamında hasretini şöyle dile getiriyor; “Sen gözümün nurusun, ruhumun canı / ben seni çok seviyorum, sana ölürüm / sana öleyim toprak olayım / elini ver elime, dağları aşıp gidelim / sen dağ çiçeği ol, ben sana pepug kuşu.”

Sanatçı, tüm doğayla bütünleşerek o kadim halkın sevdasını, aşkını dile getirendir. Yılmaz bunu klamlarında yaşayarak işliyor sazına. Yaptığı sanat buram buram doğa kokuyor. Dersim halkının acı çeken tarihinin kenarından yürüyerek Munzur’a akıyor.

Halkların sevinçlerini, acılarını, renklerini, giyiniş tarzını, folklorunu, dilini, inancını, aşkını, sevdasını  ve bütün yaşamını sanata taşıyanların tınıları yağmura benzer. Çünkü yağmur yağdıkça yeryüzü güzelleşir.

Bir halkın kendi sanatçısı yoksa o halk da kurak ve çorak toprak olmaya yüz tutar . Halkın sanatçısı halkın yağmurudur, yeşilliğidir, dağlarıdır, ormanıdır, nehridir, börtü böceğidir. Kısacası o halkın her şeyidir. O halkın sesini ve isteklerini alır yarına taşır.

“Dağ Klamları” albümünün tanıtım yazısında şöyle diyor; “Bu ses dört dağ içindeki aslanlar diyarının en hikmetli silsilesinden geliyor. Gelip kulağımızda yaralı bir sayha gibi çınlıyor. Bize yıllar var ki sürüp gelen ama hiç dinmeyen “kırılmış dalın türküsünü söylüyor.”

Evet, Yılmaz Çelik yaralı bir halkın türküsünü ve klamlarını söylüyor. O kendi  halkının yaşadığı gerçeği sanatın diliyle aktarıyor.

Tarihin teline dokunarak geçmişten geleceğe, nefesten nefese akıyor Yılmaz’ın klamları,

Koye Sur’dan Munzur’a akan acıların sesi oluyor. Evinden, köyünden, yurdundan kovulanlara, kırımdan geçenlere, yuvası yıkılan kuşlara, mağarası kurşunlanan kurda, vurulan ceylana ve yakılan yıkılan doğaya klamlar söylüyor, ağıtlar yakıyor Yılmaz Çelik.

Yani Munzur’un akan acılarını mızrabıyla sazın tellerine vurup dillendiriyor.

Pir Sultan’dan Sıle Qız’a, Garip Şahin’den Hasret Gültekin’e, Dadaloğlu’ndan Mehmet Çapan’a, Aşık Veysel’den Ahmet Kaya’ya uzanan halk ozanlarının ve devrimci sanatçıların bıraktığı mirası temsil etmektedir. Yılmaz Çelik, kendisinden evvel bu direnişi sürdürenlerden devraldığı sazla kendisini bildiğinden bu yana türkülerini söylemektedir.

Çünkü o dağların hasretine doğmuş akranıdır zaten. Dolayısıyla hemen her klamında bir dağ, her melodisinde bir nehir saklıdır.

O dağlara sığınan yüzyılların aşkı, aldanış ve hep kanatılan yarasının sesidir, seslenişidir. “Dağ Klamları” albümünde şu notu düşüyor; “Yılmaz Çelik’in albümünü bilen bilir ki, ‘kırmızı soluklu bir at ile’ o dağların yamacından üzgün kırlara akarken, kimbilir kaç kez evi başına yıkılan, ormanı yakılan, suları boğulmak istenen Dersim’in kederi oldu hep, sevinci ve hasreti, aşkı ve aldanışı oldu?

Ama biliyordu zaten, insan yaşadığı yere benzer idi; o yerin suyuna, o yerin toprağına…” Sanat, yasaklara, baskılara baş eğmez.

Yılmaz’ın klamlarının içinde tarih, yer ve mekan vardır. Tınısının, sesinin düştüğü her mekanda, o yerin ve toprağın içinden yeni bir hayat çıkıyor gün yüzüne. Tarih, dil ve nefesten dökülen her melodiye tanıklık ederek ilerliyor Yılmaz‘ın sazının telinden çıkan seslerden.

Her çalışmasını, bir çınar ağacı misali yoksulların, ezilenlerin, sürgün edilenlerin ve yakılan yıkılan bir halkın çığlığından aldığı dokularla birleştirerek icra ediyor.

Geçmişten bugüne yaşanmış acıların, isyanların, hüzünlerin, yağmalanmış sevdaların ve aşkların izlerini aktarma yolunda ilerliyor. “Çeke Çeke” diyerek sanat çalışmasına adım atan sanatçı hala acıları, hüzünleri, sürgünleri, mahpusluğu çekmeye devam ediyor söylediği ezgileriyle birlikte.

Sanatçı Yılmaz Çelik sanat hayatında bu albümlerle her daim kendinden sözettirdi: “Çeke Çeke, Hal Yamano, Gelin Canlar Bir Olalım, Daye Daye, Vaye Vaye, Mezele Seyide mı, Güle Yel Değdi, Clara Yaprak Ağlar Dal Ağlar, Biya Düri, Çhik, Dağ Klamları.” On bir solo albüme imza atan Yılmaz Çelik aynı zamanda Erdal Erzincan ile Tolga Sağ‘la birlikte “Türküler Sevdamız” adlı iki album de çıkardı ve devamını bekliyoruz.

Evinden, köyünden, yurdundan kovulanlara, kırımdan geçirilenlere, yuvası yıkılan kuşlara, mağarası kurşunlanan kurda,  yakılan yıkılan doğaya klamlar söylüyor, ağıtlar yakıyor Yılmaz Çelik. “Ben gidersem sazım sen kal dünyada” diyen Veysel’in yolunda ilerliyor.

Dersim dağları, vadileri binbir çeşit, rengarenk bitkiler, çiçeklerle, ağaçlarla ve kendi toprağının suyuyla beslenip yaşamaktadır. Her ağaç ve her ot kendi kökü üzerinde yeşerir.

Dersim halkı yakılan yıkılan doğasına, yok edilen kültürüne, diline, sürgünlere uğrayan insanın, kırıma uğramış bir halkın sanatçısı olmak ve onun yaşadığı, yok olduğu kültürü sanata taşımak ve onun sesi olmak çok zordur. Kısacası, Yılmaz Çelik halkın sanatçısı olmayı başarmıştır ve halklarda kendi sanatçısıyla bütünleşmiştir.

Ne mutlu Yılmaz Çelik’e ki, böyle güzel bir dinleyici kitlesine sahip… Ne mutlu bu kitleye ki, böyle güzel bir sanatçıya sahip…

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu