Makaleler

HESAP SORMAK İÇİN; ÖRGÜTLENİN!

Türkiye tarihinin halka dönük en kanlı katliamlarından biri, 10 Ekim günü Ankara’da gerçekleşti. Bu saldırı faşist hükümet yetkilileri ve onların her türden yardakçılarının söylediği gibi “Türkiye’ye” ya da “ülkenin birlik ve beraberliğine” değildir.

Aksine hiç de sır olmayan haliyle bu saldırı, toplumun en ilerici ve en örgütlü kesimlerine, Kürt yurtseverleri, devrimci ve demokratlara yönelmiştir! Türkiye tarihine baktığımızda, devletin “tarihsel düşmanları”nın bu anlamda değişmediğini, hedefin bunun üzerinden seçildiğini söylemek yanlış değildir. Sadece Suruç’ta değil ama tarihte de buna dair yığınla örnek görmek mümkündür.

Ancak burada saldırıyı bir genelleme ile açıklama durumunda da değiliz. Yani “devlet Kürtlere, devrimcilere, demokratlara hep saldırıyordu, yine saldırdı” tarzında bir genelleme, süreci anlamaktan, açıklamaktan ve en önemlisi ise getirdiği görevlere uygun konumlanmaktan uzak, apolitik bir yaklaşım olacaktır. Yapmamız gereken sınıf mücadelesine dair doğru bir okuma geliştirmek ve saldırıyı bunun içinde yorumlamaktır. 

TC devleti, faşist karakteri ile her dönem başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere halkın baskı altında tutulmasını amaçlayan bir mekanizmadır. Üstelik söz konusu olan TC devleti olduğunda baskı altında tutulan kesimler içine Türk olmayan ulus ve milliyetler, Sünni-İslam olmayan din ve mezhepler girmekte, toplum tasavvuru bunun üzerinden yaratıldığında dışlanan, yok sayılan, baskı altına alınanların kısacası ezilenlerin listesi uzayıp gitmektedir! Hükümet olmaktan iktidar olmaya doğru evrilen sürecinde Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP kliği; bu listeye devletçi bile olsalar yaşam tarzlarına/alışkanlıklarına dönük tehdit algısıyla hareket eden kesimleri de eklemiştir. Denebilir ki T. Erdoğan ve AKP “farklı”, hatta kimi zaman uç kesimlerin ortak tepkisini/nefretini kazanabilen ya da bunu olabilecek en derin şekilde açığa çıkaran bir siyasi parti ünvanına layıktır. Bununla birlikte yıllarca süren “sıkı bir çalışma” ile önemli oranda kitleyi saflarına kazanmış, eğitmiş, sürekli bir motivasyon yaratabilmiştir! Kuşkusuz esas kazanımı öncüllerinin aksine (kendileri bunu Menderes-Özal şeklinde tarif ediyor) hükümet olmakla yetinmemesi aksine devlet iktidarına sahip olmasıdır. Bu yolda ortaklarından nasıl arındığı ya da arınmaya çalıştığı, “paralel yapı” örneğinde olduğu gibi göz önündedir!

 

Asıl tehdit! 

Hakim sınıflar arasındaki çelişkiler, ülkemizde sınıf mücadelesinin şekillenmesinde hatırı sayılır bir yere sahip olmakla birlikte, hakim sınıflar açısından asıl tehlikenin bu olmadığına da kuşku yoktur. Zira hakim sınıfların şu ya da bu kesimi/kliği iktidar aygıtını (devleti) yok etmeye değil, onun nimetlerinden faydalanmaya yönelir, mücadele eder, kazanır ya da kaybeder! Ancak halk için böyle bir durum geçerli değildir; kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için her harekete geçişi doğası gereği burjuva-feodal sınıfları ve onların devlet aygıtını rahatsız eder, karşısına alır! Halka ait her türlü örgütlenmeyi yasaklama ya da doğrudan baskıya uğramasa bile, devletin yedeğine dönüştürülmesi ya da “ilgiyle” izlenmesinin nedeni budur. TC devleti için halk potansiyel tehdittir, bu potansiyeli, parçalamak, kendi potasına akıtmak yapamadığı yerde ise baskı altına almak sınıf refleksi olarak anlaşılmalıdır.

Bahsettiğimiz bu tehdide dair potansiyelin giderek yükselmesi ve farklı mecralarda kendini dışa vurması ise bizim anlamak ve yönelmek için yoğunlaşmamız gereken asıl konudur! Yeterince anlaşılamadığında doğru bir ilişkilenme geliştirilemeyeceği, doğru zeminde ilişkilenemediğimizde ise seçeneklerin kendi zeminimizi kaybetmekle, sınıf mücadelesinin dışına savrulmak biçiminde olumsuz anlamda şekilleneceği anlaşılmak zorundadır. Aksi ise bizi, sınıf mücadelesinde etkin bir güç haline getirecek yolu çizecektir!

Hakim sınıflar açısından var olan tehditte ilk sıraya Gezi İsyanı ile ortaya çıkan kendiliğinden kitle hareketini koymak doğrudur. Buna dair hakim sınıf sözcülerinin dilinden dökülen “asıl dert Gezi”yi çağırmak” vb. yönlü ifadeler bile tek başına bir şey anlatmaktadır. Oluşum sürecine ve içeriğine dair genişçe çözümlemesi kamuoyuna sunulan (bkz. Taksim Meydan Okuması, Umut Y.) Gezi İsyanı’nın en önemli niteliği kitlelerde yarattığı itiraz etme ve mücadele bilincidir. Bu niteliği ile Gezi İsyanı, sadece önceki kitle mücadeleleri ve hakim sınıflarının saldırı politikalarının bir birikimi ve sıçraması değil aynı zamanda kendinden sonrasını da hazırlayan yani daha geniş kapsamlı ve yeni bir birikim süreci yaratan bir mücadele okulu olmuştur. Bu anlamıyla bitmemiş sınıf mücadelesinin dalgalı seyrine uygun bir hareket tarzı ile (kendiliğinden karakteri bunda etkendir) sadece geri çekilmiştir. Sonraki dalganın ne kadar güçlü olacağından ziyade buna hazır olup olmayacağımız ve nasıl hazırlanmak gerektiği bizim için asıl sorulardır! Bu sorunun cevaplanması kuşkusuz bir bütün devrimci hareket için geçerlidir ve bütün zayıflığına rağmen Türkiye Devrimci Hareketi, Gezi İsyanı’nın bilincine varabilecek ve onunla devrimci zeminde temas edebilecek en diri güçtür!

Mevcut sistemin tehdit sıralamasında köşe taşlarından biri kuşkusuz Kürt ulusal kurtuluş mücadelesidir. Çelişkinin tarihsel süreci bir yana, son on yıl içerisinde sadece silahlı mücadele ile değil ama ulusal sınırlarını da aşmaya dönük olarak zorladığı; T. Kürdistanı’nı aşan demokrasi mücadelesiyle devletin ciddi düzeyde sarsılmasına neden olan en örgütlü gücün, bugün Kürt ulusal hareketi olduğuna sanırız itiraz edilmeyecektir! Esasını Kürt ulusal sorununun oluşturduğu ancak bunu da aşan ölçüde sistematize olan demokrasi mücadelesi; silahlı ve silahsız biçimleri ve örgütlü olmanın verdiği güçle hakim sınıflar üzerinde ciddi bir baskı yaratmaktadır!

Burada hakim sınıfların tehdit algısında asıl tarihsel düşman kesinlikle unutulmamalıdır; bahsini ettiğimiz işçi sınıfı ve emekçilerdir! Halihazırda en örgütsüz olan, örgütlü kesimleri ise esas olarak işbirlikçi ya da reformist sendikalar eliyle pasifize olan güçten bahsedilmektedir. Savaşı kazanacak olan henüz savaşa hazır değildir, niceliği ve üretimden gelen gücü, örgütsüzlüğün dipsiz kuyusunda çarçur olmaktadır! İş cinayetleri başlığı altında sınıf en çok burada kanamakta, hak mahrumiyeti, baskı ve sömürü en fazla işçi sınıfı ve emekçilerin dünyasında yer kaplamaktadır. Parça parça geliştirilen, küçük ya da büyük yığınla direnişin ise hakim sınıflarda yarattığı korku sır değildir. Bunu 1 Kasım seçimlerine yönelik düzen partilerinin asgari ücretten başlayan ekonomik vaatlerinde ve buna karşı patron örgütlerinin sessizliğinde görmek mümkündür! Geçtiğimiz yüzyıl sadece ideolojik değil aynı zamanda nicelik ve nitelik ölümü ilan edilen işçi sınıfının, henüz bu sondan uzak olduğu ve tarihsel rolünü oynamaktan alıkonamayacağını en iyi bilen yine sınıf düşmanlarıdır!      

Farklı başlıklar altında sıraladığımız bu tehdit potansiyelinin yaşamın diyalektiği içinde istese de istemese de birleşmiş olması (demokrasi mücadelesi ve ortak düşman babında) bir yana, egemen sınıflarında doğru okuduğu şekliyle, bir süredir giderek daha sistematik bir ilişkilenme içine girdiğini ve birleştiği ölçüde de gücünü katladığını söylemek mümkündür! Bahsettiğimiz birleşmenin nitelik düzeyi ayrı bir tartışma konusudur elbette ama Ankara ve Suruç katliamlarının bu anlamda bir rastgelelik taşımadığını, hedefin asıl tehlikeye yönelmiş olduğu, egemen sınıfların buna uygun bir konumlanmayla rastgele konuşup rastgele saldırmaktan uzak durduğunu söylemek hiç de abartı değildir!  

 

Saldırdılar ve saldıracaklar!

Bütün bir neo-liberal modelin ömrünü tamamlamış olmasının gerçekliği altında ezilen ve şimdilik bir çare üretmekten aciz pozisyonda olan emperyalist kapitalist sistemin Türkiye halkası, yaşanan kriz havasını son nefesine kadar ciğerlerine çekerek; ekonomik açıdan, emperyalist kuruluşlar tarafından bile zayıf halka olarak nitelenmektedir. Hakim sınıflar bunun etkisinin halkta yarattığı ve yaratacağı tepkinin gayet farkındadır ve olası kalkışmaların akış mecralarını şimdiden tıkamanın derdindedirler! Dönemsel olarak açığa çıkan ekonomik krizlerinin dışında “fıtratında” olan “demokrasi krizi”nin giderek derinleşmesinin bir nedeni de budur. Sürecin genel karakteri, meselenin hiç de 400 vekil hırsıyla açıklanamayacağını, bıçağı gırtlağında hissedenin sadece “Saray Efradı” olmadığını göstermektedir! Faşizm sadece son süreçte çıkardığı yasalarla, güvenlik paketleri ile vs. değil ama uzunca bir dönemdir daha kötü günlere hazırlanmakta, bütün konumlanmasını buna göre geliştirmektedir.

Görünen odur ki, bu hazırlık ve konumlanma yasalarla sınırlı bir nitelikte olmayacaktır. Söz konusu TC devleti olduğunda bu da anlaşılmaz değildir. Temel direği ordu olan, meclisi aşan gücüyle MGK’sı, anayasayı aşan niteliği ile “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” olan bir devletten bahsettiğimiz hatırlanmalıdır! Bu yapının bir parçası, bugün karşımıza yeniden ama farklı bir biçim altında, DAİŞ’ten ya da paralel İslamcı-Cihatçı güçlerden devşirilen kontrgerilla olarak çıkmaktadır. Yapılan katliamları bu anlamıyla devletin dışında aramak ya da devletin suçunu göz yummaya ya da dışardan destek vermeye indirgemek eğer siyaseten saflık değilse, bilinçli olarak devlet propagandasını beslemek anlamına gelir! Saldırının “yasal sınırlara” hapsolmayan, aksine akla gelebilecek bütün biçimlerde şekillenen niteliği, diğer taraftan örülmesi gereken savunma ve karşı saldırı hattının da ipuçlarını vermektedir!

 

Örgütlenmek ve mücadeleye seferber olmak!

Bugün devrimci demokrat muhalefet ve mücadele örgütlerinin, egemen sınıf güçlerinin dahi kendilerini sınırlamadığı “yasal çerçeve”de mücadelelerini sınırlamasını söylemek, hesap sorma adresi olarak meşruiyeti tartışmalı seçimleri ve yine mevcut sistemin hukukunu tarif etmek, halkı silahsızlandırmaktan ve pasifize etmekten başka anlama gelmemektedir. Karşımızda T. Kürdistanı’nı kana bulamaktan çekinmeyen, kendi yasalarını ve yasal kurumlarını bile tanımayan, en aşağılık şekilde katliamlara yönelen bir devlet gerçekliği vardır.

Bu süreçte önümüzde duran seçimler kuşkusuz genel olarak sınıf mücadelesine dair bir mevzi savaşı niteliğindedir ama sınıf mücadelesi sadece bu biçime hapsedilmeyecek kadar geniş bir mecrada akmaktadır. Burada işaret ettiğimiz olgu mücadelenin sadece barışçıl biçimlerinin değil ama barışçıl olmayan biçimlerinin de etkin bir şekilde hayata geçirilmesi gerektiğidir! Bunun başlıca yolu ise zaten kendiliğinden bir şekilde sokağa ve mücadeleye yönelen halk kitleleri ile buluşmak ve onları örgütlemekten başkası değildir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu