Makaleler

II. Mahmut ve Senet-i İttifak’ın dağılması ya da krizler, olanaklar ve sonuçlar

Egemenlerin kendi içlerindeki dalaşlarının ne kadar kanlı ve şiddet dolu olduğuna bir kez daha tanıklık ediyoruz. Bir kez daha, kitlelerin eğer örgütlü değillerse egemen sınıf kliklerinden birinin çıkarına, gerektiğinde ölümüne gidebildiğine yani egemenlerin arasındaki dalaşta bir “kaldıraç” rolü gördüğüne tanık oluyoruz.

“Darbeleri üreten sistemi değiştirmek”, son günlerde burjuva yazar-çizerlerin ve AKP kliğinin anahtar cümlesi haline gelmiş durumda. Peki nasıl değişecekmiş bu sistem? Çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle buna dair her gün kararlar alınıyor. Buna göre askeri okullar kapatılacak, Kuvvet Komutanlıkları artık Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olacakmış. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı ve MİT, Cumhurbaşkanlığına bağlanacakmış. Böylece askeriye, tamamen sivil yönetimin altında olacak, artık siyasallaşmayacakmış! Zaten Batı’da ve ABD’de de, yani “gelişmiş ülkelerde” de böyleymiş. Anti ABD’cilik, anti Batıcılık, bu kadar revaçtayken diğer taraftan yapılanların Batı ile ne kadar uyumlu olduğunu anlatmaya çalışmalarının oluşturduğu çelişkinin anlamına daha sonra geleceğiz.

Fakat önce mevcut duruma dair net belirlemeler yapmamız gerekiyor. Bu bir kriz halidir. Her kriz, yeni fırsatlara kapılar açar. Tabii kullanmak için gücü ama ondan da önce politikası olana! Erdoğan’ın darbe gecesi bu girişimi “lütuf” olarak sayması da, kendisine açılan kapının olanaklarını görmüş olmasındandır. Fakat elbette ki kapının açıldığı yol, düz ve engelsiz olmadığı gibi sonunun nereye varacağı konusunda belirsizlikler de had safhadadır. Darbenin gerçekleşme nedenleri olarak sayılan Ortadoğu politikaları, Rojava’nın statüsü ve Kürt sorununun geldiği boyut, diğer kliklere yönelik bastırma politikaları yerli yerinde durmaktadır. Hal böyleyken darbe girişiminin hemen sonrasında açıklama yapan Robert Fisk’in dediği gibi “bir sonraki darbeye kadar” açılan bir kapının söz konusu olabileceğini görmek ve uzun süreli sistem krizlerinin ortaya çıkarabileceği olanaklara egemenlerden de fazla şekilde ezilenler ve öncü güçleri olarak hazır olmak gereklidir.

17-25 Aralık operasyonlarında yaşanan kısa dönemli sarsıntıdan sonra Erdoğan kliği, polis kolejlerini kapattırmış ve hemen kendisine sadık güçler oluşturma işine girişmişti. Bu uğraşlarının bugün meyvesini verdiğini görmekteyiz. 15 Temmuz gecesi, darbeci askerlerle en çok çatışanlar bu yeni oluşturulan polis güçleri ile Osmanlı Ocaklarında yetişenler olmuştur. İktidar savaşımında kendisine bağlı silahlı gücün olmayışının ne büyük bir zaaf olduğunu yaşadıklarıyla deneyimlemiş olan Erdoğan, askeriyede de benzer adımları atmak istemekte, adeta saraya bağlı ayrı bir ordu oluşturmaktadır. Ama elbette işi polis kolejini kapatmaktan çok daha zordur. Çünkü söz konusu olan, NATO’nun ordusudur. Yani en üst rütbedeki generalinden en alt rütbedeki subayına, NATO ile dolayısıyla ABD’yle ilişkilenmek zorunda olan ve askeri teçhizatı önemli oranda buradan sağlanan bir ordudur… Dolayısıyla açılan bu olanaklar kapısının açıldığı yolun güzergahını belirleyen de yine NATO’nun çelik çekirdeği ABD olacaktır. Anti-ABD’ciliği revaçta tutup da ABD sistemine getirmeyi övme arasındaki çelişkinin nedeni de bu olsa gerek.

Genelkurmay, darbeye katılanların ordunun % 1,5’ini oluşturduğunu belirtmektedir. Bu, zorunlu askerlik yapanları da hesaba katarak çıkarılan yanıltıcı bir orandır elbette. 358 generalin ve subayların % 50’ye yakınının darbe girişiminden sonra ya tutuklandığını ya da ihraç edildiğini görüyoruz. Bu büyük bir orandır ve aynı zamanda devlet açısından ciddi bir zafiyettir. Erdoğan kliğinin bunu sağ salim kapatıp “refaha ermesi”, kendisini biraz daha güvende hissetmesi yeni dönemde yapacakları ittifaklara bağlı olacaktır.

 

Senet-i İttifak’ın dağılması ve “Hayırlı Olay”ın sonu

AKP’nin Osmanlı’ya duyduğu merak, geçmiş dönemi geri getirme düşü biliniyor. Ortalama olarak son 350 yılını karmaşayla, halkına zulümle geçiren Osmanlı son 100-150 yılında tamamen Batı ülkelerinin politikalarını uygulayan, en sonunda da büyük toprak kaybıyla yok olan bir imparatorluktur. Ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal olarak sürekli çalkantılarla uğraşan Osmanlı, sorunlarını hep “kriz doğuran sistem” sorununu ilişkide olduğu Batılı devletlerin yönlendiriciliğinde çözmeye çalıştı. Günümüzle ilginç benzerlikleri olan II. Mahmut dönemi de aynen böyledir.

Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa, IV. Mustafa’yı tahttan indirip onun yerine II. Mahmut’u getirmiş, kendisi de sadrazam koltuğuna oturmuştur. Bu durumunu güvenceye almak için de Rumeli ve Anadolu ayanlarıyla birlikte II. Mahmut’a Sened-i İttifak’ı imzalattırır. Zira II. Mahmut’un başka şansı da yoktur ve bu senetle birlikte iktidarını bu güçlerle paylaşır. Elbette ki kısa bir süre için. Eline geçen ilk fırsatta Alemdar Mustafa Paşa’yı öldürtür ve Sened-i İttifak’ı bitirir. Artık tek başına iktidardadır. Fakat 200 yıldan fazla zamandır atalarının da baş edemediği Yeniçeriler hala bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. 1826 yılında Yeniçerinin kazan kaldırıp Et Meydanı’na gelişlerini fırsat bilir II. Mahmut. Diğer ocaklar padişaha bağlılığını ilan edince, yeniçeri kışlaları topa tutulur. 6 binden fazla yeniçeri öldürülür. Yeniçeri Ocağı’nın yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye kurulur. Bu olaya Vaka-i Hayriye yani “Hayırlı Olay” denir. Genç Osman’dan beri bir türlü kaldırılamayan Yeniçerilik tarihe karışır bu “hayırlı olay”la birlikte. “Sistemin kriz çıkaran” ordusunun yerine II. Mahmut, kendisine bağlı, modern bir ordu kurar. Fakat sadece bu değil, Yeniçeriler tasfiye edilirken Bektaşilik de tasfiye edilmiştir. Tüm yerel güçler tekrar hizaya çekilmiş, Ermeni ve Yahudi sarraflar idam edilmiştir. Yani her türlü fiili veya potansiyel muhalefet odağına saldırı yapılmıştır. Fakat bu durum Osmanlı’nın çöküşünün ve sömürgeci devletlerin maşası olmasının önüne geçememiştir. Aksine, İngilizlerle gümrük kapılarının açılması anlamına gelen 1838 Balta Limanı Ticari Anlaşmasıyla Batılı ülkelerin isteğiyle açıklanan Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla, Meşrutiyet dönemleriyle açılan kapıdaki yolun sarsıntı ve çalkantılarla Osmanlı’yı sona/tükenişe götürdüğü görülmüştür.

Erdoğan’ın darbe gecesi henüz çatışmalar sürerken, ama “galip” olacağını anladıktan sonra “olayın hayrından” bahsetmesinin Osmanlı’nın sonunu hazırlayan “Vaka-i Hayriye” ile benzerlikleri faşist, sömürücü vs. sistemlerin genetik yapısının bir tezahürüdür.

Gülen’le olan Sened-i İttifak’ını iktidara iyice yerleştikten sonra yok sayan ve 15 Temmuz’da da Vaka-i Hayriye’sini yaşayan Erdoğan’ın yarı sömürgeliğin verdiği zayıflıkla yeni anlaşmalara girmek zorunda olduğu aşikardır. Bugün çok açık bir şekilde yeni Sened-i İttifak’ın diğer imzacılarının Kemalist klik olduğu görülmektedir. Kemalizm-Cumhuriyetçilik karşıtlığı, mağdurluğu üzerinden örgütlediği ve nöbet tutturduğu halk kitlelerinin karşısına yine aynı klikle ittifakını çıkarmaktadır.

AKP, bir yandan CHP ve MHP ile “birlik” görüntüsü vererek elini güçlendirmeye çalışmaktayken, diğer yandan ABD’ye Gülen’i bahane ederek sesini yükseltmekte ve Rusya ile olan ilişkisini de seçenek olabilirmiş gibi göstermektedir. Rusya ile gelişebilecek ilişkiler Robert Fisk’in öngörüsünü haklı çıkartabilecekken ABD ile yıldızların barışması Türkiye’nin Ortadoğu politikalarından elini eteğini çekmesi olacaktır. Her halükarda bu iki yol da Kürtleri “çökertmeyi” düşünen TC’nin çöküşünü hızlandıracak sonuçları doğuracaktır.

Elbette bu çöküşün esası ise devrimci ve komünist güçlerin, sürecin sadece okunmasının bir kenara bırakılıp mevcut kaostan, devrimci politikalar doğrultusunda yararlanabilip yararlanamayacağına bağlıdır. “Yaşadığımız gökkubbenin altında tam bir keşmekeş var. Vaziyet harika”! Yeter ki üzerimize düşünleri yapalım…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu