GüncelManşet

Kobanê endişesi ve “çözüm süreci”nin açılmayan tıkanık damarları!

Kobanê direnişi 26 Ocak’ta IŞİD’e karşı zaferini ilan etti. Kürtler ve ezilen toplumsal kesimler için adeta barbarlığa, vahşete ve haksız olana karşı sembol olmuştur Kobanê. Bu zafer karşısında Kürtlerin ve diğer ezilen halkların sevinç gösterileri ve hissettiği zafer duygusu ne kadar sahici ve içten ise, bu zaferi selamlayan ABD’nin, Barzani’nin ve bilumum gericilerin hissettiği duygu o kadar hileli, hesap-kitaplıdır.

Kobanê zaferi ve akbabalar!

Kobanê zaferini ilk kutlayanlardan birisi Barzani olmuştur. Peşmerge’ye stratejik bir rol biçerken, koalisyon güçlerinin bombardımanlarına ve TC’nin Peşmerge geçişine izin vermesine minnettar olduğunu belirtmiştir. Barzani’nin açıklaması ve teşekkürleri kuşkusuz onun stratejik müttefiklerini öne çıkarma kaygısından ileri gelmektedir. Özellikle TC’ye teşekkür vurgusu Kürt ulusunun var olan tepkisini yumuşatmak ve TC’nin Rojava aleyhine aldığı konumlanışın üstünü örtmek amaçlıdır. Elbette Kobanê zaferinde aslan payını kendine ve ABD’ye çıkarmak asıl amaçtır. ABD ise büyük güç olmanın getirdiği bir konumlanışı tercih etmiştir.

Pentagon sözcüsü Albay Steve Warren; “Savaşın kazanıldığını söyleyebilecek durumda değilim. Savaş devam ediyor. Fakat an itibariyle dost kuvvetler, inanıyorum ki üstün durumda”açıklaması ile hem temkinli, hem de kendilerine hala ihtiyaç olduğunu ve müdahale etme zeminini diri tutacak biçimde bir açıklama yaptı. Bunun yanında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Brett Mc Gurk; “Bu cesur savaşçıları tebrik ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz” tweti ile selamlamıştır. Ki bunun da ötesinde IŞİD tehlikesinin uzun yıllar bölgede süreceğini ve kapsamlı bir strateji ve savaşı gerektirdiğini savunmaktadırlar.

ABD, Kobanê’de Kürt Ulusal Hareketi’yle var olan taktik yakınlaşmayı kendine biat etmiş bir stratejik ilişkiye çevirme hesabı yapmaktadır. Bu bağlamda zaferdeki payını doğrudan kendisi propaganda etmek yerine bunu Kürtlerin daha fazla kulak kabartacağı Barzani üzerinden yapmayı tercih etmektedir. Bu propaganda makinesi KDP basını ve bizzat Peşmerge komutanlığı üzerinden sürekli işlemektedir. Her açıklamada ABD’nin katkıları özel vurgularla dillendirilmektedir.

Ortaoyununda son perde: Cellat-papaz!

Kobanê’de savaşın Kürtler lehine dönmesine en fazla içerleyen ise Türk egemen sınıfları olmuştur. Bir yandan Amed’te Ahmet Davutoğlu “Kobanê’yi selamlarken” diğer yandan Cumhurbaşkanı kutlamaları “çiftetelli oynuyorlar” diyerek aşağılamaktan geri durmamıştır. Kuşkusuz papaz ve cellat rolünde ortaklaşmış bir görev dağılımı vardır. Kafaları karıştırmak esas amaçtır. Bir yandan sahiplenmek diğer yandan başarıyı gölgelemek! Ancak Kobanê’de yaşanan Kürtler lehine gelişmelerden huzursuzluk duydukları ve çıkarlarına hizmet etmediği açıktır. Birincisi, içerde sürmekte olan barış ve müzakere de bu gelişme Kürtlerin lehine olmaktadır. İkincisi, Kürtleri kendilerine mahkum kılma ve Kürt hamiliğine oynamada Kobanê süreci ciddi gedikler açmıştır. Bizzat TC’nin tutumu kendi hedefini yaralamıştır. Üçüncüsü, Kobanê’de elde edilen başarı bölgede ve uluslararası çapta Kürtlere ciddi itibar kazandırmış, hak ve özgürlüklerini daha görünür kılmıştır. Kendi siyasal ve toplumsal yapısının başlıca halkalarından birisi olan Kürt meselesinin çelişkilerini çok yönlü ve boyutlu olarak ilerletmiştir. Dördüncüsü, Kobanê’de gösterilen direnç ve sahici savaş Türk egemenlerinin Kürt-Türk-Arap Sünni ittifak projesinin çanına ot tıkamıştır. Türk ve Kürtler arasındaki güvensizliğe bu süreç Kürt-Sünni Araplar halkasını da ekleyerek pekiştirmiştir.  

Türk egemen sınıflarının temsilcisi AKP ve onun medyası Kobanê’de IŞİD’in sanki yenilgi almadan çekildiğine dair adeta IŞİD’ten önce propaganda da yaptı. IŞİD bile kaybettiğini ifade ederken AKP cenahı sanki IŞİD kovulmamış ve yenilgiden dolayı çekilmemiş gibi meseleyi tanımladılar. Üstelik aynı bu katil sürülerinin diliyle konuşarak daha güçlü geleceğini de ifade ediyorlar. Bu bir analizden öte bir istek, arzu ve niyet ifadesidir. Bu yaklaşım AKP’nin IŞİD’e ideolojik yakınlığından çok esas olarak Kürt düşmanlığından ileri gelmektedir. Kürtlerin güç kazanması aynı zamanda Türk ulusal egemenliğinin zayıflaması anlamına gelmektedir. Türk egemen sınıfları Kürtler üzerindeki ezen ulus konumunun zayıflamaması eksenine oturan bir ideolojik politik şekilleniş ve stratejik yönelime sahiptir. Her ne kadar gelinen noktada Kürt ulusal haklarında yeni gelişmeleri engelleyemeyeceği kavrayışına uygun olarak Kürtlere hamilik yapma politikası gütse de, egemen ulus-büyük ulus konumunu daha da pekiştirme eksenli gerici-şoven bir yönelimi söz konusudur.

Türk devleti ve onun kaptan köşkünde oturan AKP, acımasız ve gaddar bir Kürt düşmanlığına ve Türk ulusal egemenliğine dayanan faşist nitelikli bir yapıya sahiptir. Bu özelliğinin uzlaşmayla, barışla ortadan kalkması mümkün değildir. Türk devletinin Kürt meselesinde hem iç bağlamlı hem de dış bağlamlı politikasında en yumuşak (tüm gözaltı ve tutuklamalara rağmen) döneminden geçiyoruz, ancak buna rağmen adeta paçalarından akan bir düşmanlık örgütlemekten bir an dahi geri durmamaktadır.

Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, 27 Ocak’ta Afrika gezisi dönüşünde yaptığı açıklamada bunu belki de en sarih şekilde ifade etmiştir: “Biz yeni bir Irak olsun istemiyoruz. Nedir bu? Kuzey Irak… Şimdi de Kuzey Suriye doğsun! Bunu kabullenmemiz mümkün değil. Burada Türkiye olarak üzerimizdeki yükün ağır olduğunun bilincindeyim, biz buradaki duruşumuzu korumak zorundayız. Aksi takdirde Kuzey Irak’tan sonra burada da bir Kuzey Suriye… Bu oluşumlar gelecekte büyük sıkıntılara yol açacaktır.” (27 Ocak, Hürriyet, Akif Beki). Bu “Kürtperverlik” döneminin tutumudur. Irak Kürdistanı’nda müttefiki Barzani önderliğindeki federe Kürt yapılanmasını bile sindirmekte çekilen zorluk Kürt ulusal hareketi önderliğindeki kanton vs. oluşumlarına karşı berraklaşmış, tanımlanmış bir düşmanlığa dönüşmektedir. Kürtlerin Suriye’de ya da Kürdistan’ın herhangi bir parçasında elde ettikleri her kazanım TC’nin Kürt dostluğu söylemini gecikmeksizin boşa düşürmekte, deşifre etmektedir. Kobanê’de kazanılan başarıda bu faşist, Kürt düşmanı genetik bozukluğu ortaya çıkarmaktadır.

Damarları tıkanmış ve açılamayan çözüm süreci!

Aynı yönelim çözüm süreci denen politikada da kendini göstermektedir. Bu süreç, Türk egemenlerinin söylemine bakacak olursak hiç “türbülanstan” kurtulamamaktadır. Herhangi bir gerginlik yaşandığında “tıkandı” söylemi hemen devreye konmakta, ancak bu süreç aşıldı dendiği noktada da yeni bir kriz içine girildiği yine dillendirilmektedir. Kobanê serhildanı sonrasında sorunlar aşıldı söylemi şimdi yeniden bir tıkanma yaşanıyor söylemine bırakmış durumdadır.

Çözüm sürecinin sürekli tıkanıyor olması devletin belirlediği yönelime bir türlü gelişmelerin olanak vermemesidir. Başbakanın “A takımı”nda yer alan Hatem Ete hedef ve amacın ne olduğunu açıkça ifade ediyor: “Çözüm Süreci, örgüt ve bileşenlerinin, devlete ve kamuoyuna, iki konuda verdikleri güvenceyle hayata geçmişti: Silahlı mücadeleye son verip siyasal mücadeleye yönelme ve silah bırakmayı özerk statü talebinin karşılanmasıyla ilişkilendirmekten vazgeçip demokratikleşmeyle ilişkilendirme.” (Yeni Şafak, 28 Ocak). Kürtlere statü istemeyin, silahları bırakın şartı dayatılmaktadır. Onun dışında tek vaat meclisle sınırlanmış, ne idüğü belirsiz “özgürce siyaset” yapma hakkıdır.

Gelişmelerin bunu gerçekleştirmede çıkardığı zorluklar karşısında ise uyanık bir tüccar gibi (artık kimi örnek alıyorlarsa!) Kürt hareketinin bu gelişmeleri siyasetin konusu yapmamasını ve kullanmamasını istemektedir. Hatem Ete, 30 Ocak tarihinde Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde bu yaklaşımı şöyle formüle etmektedir: “Süreci stratejik kılan esas unsur, tarafların süreci konjonktürel gelişmelere kurban etmeme, günübirlik gelişmelerin sürecin esası üzerinde etkide bulunmasına direnme kararlılıkları olacak. Taraflar, gün be gün başkalaşan gelişmelerdeki bir anı dondurarak pozisyon değişikliğine gittiklerinde sürecin kalıcılığını ve stratejik boyutunu ihmal edebilirler… Şu andaki işaretler, örgütün böyle bir eğilime yöneldiği kanaatini pekiştiriyor. Çözüm sürecinin ritmini ve sonucunu şu soru belirleyecek gibi görünüyor: Örgütün tutumunu, bugün kendi lehine işlediğini zannettiği konjonktürel bölgesel gelişmeler mi belirleyecek, yoksa konjonktürel gelişmelerin geçiciliğinden sıyrılan ilkesel ve stratejik bir duruş mu?”

Bu yaklaşım Kürtlere açıktan siyaset yapmayın, Kürt haklarında devletin vereceklerine razı olun, lehinize olan gelişmeleri mücadelenin parçası yapmayın demektir.

Aynı duruşu kitlelerin mücadele sürecine katılması noktasında da sergilemektedirler. Israrla ve sürekli bir şekilde Kürt ulusal hareketine kitleleri sokaktan çekme baskısı yapılmaktadır. Müzakerelerin karşılığında bunu şart olarak sunmaktadır. Diğer yandan ise Kürt çocuklarını hedef seçerek katledip mesajını pekişmiş bir şekilde vermektedir. TC bir elinde barış ve müzakere diğer elinde ise sopa ve şantajı tutarak süreci kararlı bir şekilde tıkamaktadır. Hala ısrarla oyalama ve zaman kazanmaya çalışmaktadır. Bu oyalamanın kalkması için ise Kürtlerin gelişmeleri kullanmaması, mücadele etmemesini şart koşmaktadır. Kürtlerin silahlara veda etmesi, özerklik hakkından vazgeçmesi de başka bir şart ve hedeftir. Cumhurbaşkanının bahsettiği hassasiyet ve duyarlılık barış ya da savaş koşullarında hiç değişmemektedir: Kürt haklarının ulusal temelde değil bireysel haklar temelinde boğulması, Kürdistan’ın diğer parçalarında bağımlı ve ezilen konumlarının devam ettirilmesi eksenindedir. Her gelişme ve bu gelişmelere karşı takınılan tavır bu niteliği pekiştirdiği gibi aynı zamanda ispatlamaktadır.  

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu