DünyaGüncel

Münih Davasında Müslüm Elma Son Sözünü Söyledi: Biz halkız, birleştikçe çoğalırız!

15 Nisan 2015'te Avrupa çapında gerçekleştirilen operasyonun akabinde 2016'da başlayan Münih Komünistler davasında sona gelindi. Davada hala tutsak olarak yargılanan ve 5 yıl iki aydır hapishanede bulunan Müslüm Elma son savunmasını yaptı.

Avrupa’nın birçok ülkesinde, TKP-ML’ye yönelik yaşanan operasyonda gözaltına alınan devrimcilerin, dört yılı aşkın yargılama sürecinin sonuna gelinmiş durumda.

Davanın son duruşmalarında tutuklu bulunan Müslüm Elma son sözünü söyleyerek bir siyasi savunma yaptı.

Müslüm Elma, yedi madde halinde yaptığı savunmasında Münih davası bağlamında Alman devleti ile TC arasındaki ilişkilere, Ortadoğu’daki gelişmelere, TC devletinin karakterine, Kürt ulusal sorununda doğru çizginin ne olduğuna ve Türk devletinin bu sorunla kurduğu ilişkiye; Ortadoğu bağlamında siyasal İslama, emperyalistlerin işgal ve ilhak saldırıları ile buna karşı ezilen ulus ve halkların alması gereken tutuma, kadın ve LGBTİ hareketi ile emperyalizmin krizine dair pek çok başlıkta görüşlerini dile getirdi.

DİRENİŞ GELENEĞİNDEN GELİYORUZ!”

Müslüm Elma savunmasının ilk bölümünde devrimci-kümünistlerin sahiplendiği tarihsel birikime atıfta bulunarak Alman devletini mahkum etti:

“Bizler bir halk ozanı ve Alevi Kızılbaş inancının önderlerinden olan Pir Sultan Abdal’ın Osmanlı paşası Hızır Paşa’nın baskı ve zorbalığına karşı boyun eğmeyen, inançlarından vazgeçmektense idam sehpasına inançlarını haykırarak yürüyen direniş geleneğinin takipçisiyiz.

Bizler, daha Cumhuriyet kurulmadan soykırımına uğratılan Ermeni halkının, Karadeniz sularında kurşunlanan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Ağrı’da, Zilan’da, Koçgiri’de, Dersim’de katledilen mazlum Kürt halkının acısıyız.

Bizler ezilen halkların düşlerini gerçeğe dönüştürmek için idam sehpalarında cellatlara meydan okuyan Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin ve Kızıldere’de düşman kuşatmasına karşı “Biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik!” diye haykıran Mahir Çayanların siper yoldaşıyız.

Bizler işkencehanede ser verip sır vermeyen önder İbrahim Kaypakkaya’nın açtığı yoldan yürüyen ve demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesinde şehit düşen yüzlerce komünistin yoldaşıyız.

Bizler yok edilmeye çalışılan, yok sayılan Kürdistan coğrafyasında kahramanca bir direniş sergileyen Kürt halkının siper yoldaşıyız.

Bizler enternasyonalist devrimcileriz. Emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı mücadele eden ezilen halkların oluşturduğu direniş zincirinin halkalarıyız. Yalnız yürümüyoruz. Enternasyonal proletaryanın tüm ezilen halklarının kurtuluşunu-kardeşliğini simgeleyen şanlı bayrağın altında yürüyoruz.”

BİZİ YARGILAYAMAZSINIZ!

Emperyalistlerin ve suç ortaklarının bizim yaşamımız üzerine zar atmasına asla müsaade etmeyiz. Bizi “teröristlikle” suçlayan emperyalistlere önerimiz çok kibarca ”Lütfen aynaya bakınız”dır.

Emperyalist saldırganlık ve soygun kimliğine karşı, ezilenlerin direniş kimliğine uygun bir tutum takınmanın ve bu uğurda bedel ödemeye hazır olmanın enternasyonalist bir düşünüş tarzına sahip olmayı zorunlu kıldığını biliyoruz. Ve biz de bu yolda yürümeye çalışıyoruz-çalışacağız.

Sizler Alman emperyalist burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyorsunuz. Bizler ise enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının birer neferiyiz. Onların çıkarlarını savunmakla yükümlüyüz.

Sizin “terörist” suçlamalarınız biz enternasyonalist devrimciler için hiçbir anlam ifade etmez. Her zaman söyledik, bir daha tekrarlıyoruz: Asıl teröristler, silah şirketlerini yönetenlerdir. Büyük tekelleri ve bankaları kontrol eden kan emici burjuvalardır. Onlar dünyayı bir yıkıma, bir felakete sürüklüyorlar.

Siz hiç başta enternasyonal proletarya olmak üzere ezilen dünya halklarının haksız bir dünya savaşı veya bölgesel savaş çıkardığını gördünüz mü? Tarihin sayfalarında okudunuz mu? Tabii ki hayır!”

TARİHİN KANUNUDUR: ZALİMLERİ YIKMAK HER ZAMAN MEŞRUDUR!

Elma savunmasının ikinci bölümünde  “..Örneğin, yirminci yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’nin Sivas şehrinin Madımak Oteli’nde aralarında aydın yazarların, Alevi inancına mensup kanaat önderlerinin, sanatçıların ve on bir yaşında bir çocuğun da olduğu aydınlık yüzlü insanları güpegündüz diri diri yaktılar. Hem de devletin askerlerinin, polislerinin gözleri önünde. Tetikçiler yaktı. Ankara baktı. Çünkü gerçek katil Ankara’daydı. Ama onlar resmi belgelere şöyle bir not düştüler: “Bazı provokatörler dini hassasiyeti olan Sivas halkını provoke ederek yangın çıkardılar.” Oysa yangın talimatını veren Ankara’nın karanlık güçleriydi.” sözlerine yer vererekGördüğünüz gibi Türk devletinin DAİŞ denilen katil sürüsünü desteklemesi bir rastlantı değil, aynı bataklıkta üremelerindendir. Daha ortada DAİŞ yokken Ankara iş başındaydı. Erdoğan gibi katiller bu zihniyetle büyüdüler. İnsanları diri diri yakan şu “dini hassasiyet”e bakınız. En vahşi bir tabloya dahi masum bir gömlek giydirilmeye çalışılıyor.” sözlerine sarf etti.

Mülüm Elma savunmasında şunları kaydetti:

” Türk devletinin bugün estirdiği devlet terörünün gerçek olup olmadığını öğrenmek için belgeye mi ihtiyaç vardır? Diğer bir ifadeyle katillerden cinayetleri hakkında bilgi istemek, hırsızlardan hırsızlığa dair rapor istemek, en hafif deyimiyle onları aklamaya çalışma çabasıdır. İddia makamı başından bu yana bunu yapıyor. Yine Berlin için bu masalların katil Erdoğan’la kurulan suç ortaklığından dolayı bir değeri olabilir. Ama bizim için tüm bunlar karartılmış kağıt parçalarıdır.

Ermeni soykırımı yaşanmıştır. Bunu ispatlamak için ne bir çabaya ne de bir belgeye ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi katledilen binlerce insanın bir mezar taşı dahi yoktur.

Türk devletinin Kürtleri yok sayma, yok etme, karşı devrimci politikalarını ispatlamak için belgeye mi ihtiyaç vardır? İnanın bunu Kürdistan coğrafyasında yaşayan her canlı bilir. Dağlara yağan bombalar geyikleri daha da ürkek hale getirdi. Hayvanların doğal yaşam alanlarında savaş rüzgarları esiyor. Tüm bunları ispatlamak için belgeye mi ihtiyaç vardır?

Binlerce yurtsever devrimci-demokrat-sosyalist mezarlarda yatıyor. Hapishaneler tıklım tıklım. Dışarıda tek seslilik, ama hapishanelerde çok seslilik var. Çünkü muhalif-alternatif olan birçok farklı ses orada. Bu uygulamalar ancak faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede olabilir. Türkiye’de burjuva anlamında dahi demokrasinin olmadığını ispatlamak için bir belgeye mi ihtiyaç vardır? Tabii ki yoktur. Ama ne yazık ki bütün çıplaklığıyla orta yerde olan bu gerçekler bu salonda kabul görmedi. Bunların nedenlerine dair bir tek soru sorulmadı.

Hala “kurulu anayasal düzen”den söz ediliyor. Sizin sözünü ettiğiniz Anayasa darbeciler tarafından hazırlanan anayasadır. Erdoğan ülkeyi o anayasayla yönetti-yönetiyor. Bu gerici anayasadan şüphe etmemek veya onun meşru olduğunu savunmak başlı başına bir suçtur. Buna hayır diyen milyonlarca insanın iradesini hiçe saymaktır.

Erdoğan ve çetesi bunu yapıyor. Buna karşı suç ortakları ne yapıyor? Tabii ki susuyor. Ya da duyulmayacak tarzda sesler çıkarıyorlar. Oysa gerçekler bütün heybetiyle bağırdıkça bağırıyor. Ve bir kez daha tekrarlıyoruz: Altı milyon seçmenin oyunu alan bir partinin eş genel başkanlarının tutuklanıp “terörist” ilan edildiği bir ülkede-demokraside özgürlüklerden söz edilemez. HDP eş genel başkanlarını “teröristlikle” suçlamak, onlara oy veren altı milyon insanı da “terörist” olmakla ya da “teröre” yardım etmekle suçlamak anlamına gelir.

Sayın iddia makamı, böylesi bir devletin sunduğu belgelere itibar etmekte tereddüt etmiyorsunuz. Bu dayanışmanızı anlıyoruz. Buna rağmen şu soruları sormadan da duramıyoruz: Sizce neden bu coğrafyada bu kadar “terörist ve destekçisi” var? İkliminden mi suyundan mı? Yoksa tüm bunlar, egemen sınıfların ezilen halkların haklı mücadelelerini karalamak için yürüttükleri o yalan kampanyalarının bir parçası mı? Tabii ki öyledir. Ama siz bu gerçek resme gözünüzü kapatarak baktığınız için göremiyorsunuz. Peki neden? Egemen sınıfların ortak çıkarlarından ve suç ortaklıklarından dolayı. Tek tesellimiz sizin görmek istemediğiniz o gerçeklerin Batı Avrupa sokaklarında daha da görünür hale gelmesidir.

TARİHİN KANUNUDUR: ZALİMLERİ YIKMAK HER ZAMAN MEŞRUDUR!

Faşist Türk devletine karşı yürütülen mücadele haklı ve meşrudur. Bugün Ankara’da burjuva anlamında bir parlamentonun varlığından dahi söz edilemez. T.C. kanun hükmünde kararnamelerle yönetiliyor. Devletin tüm kurumları iç iktidar mücadelesinin kirli birer aracı haline gelmiştir. Yani Alman devletinin sahipleneceği, gönül rahatlığıyla destekleyeceği burjuva-feodal anlamda bir parlamenter yapı da ortada yok. Sarayda oturan katil Erdoğan, bir padişah edasıyla yak-yok et-tutukla talimatlarını yağdırıyor. Başka bir anlatımla korktukça saldırganlaşıyor. Saldırdıkça korkuları daha bir artıyor.

Hiç kuşkusuz bu durumda bize düşen görev, haklı ve meşru olan mücadelemizi sürdürmek ve onun korkularını daha da büyütmektir. Bu haklı mücadelemizden dolayı faşist Türk devletinin mahkemelerinde yargılandık. Şimdi aynı gerekçelerle emperyalist efendilerinin mahkemelerinde yargılanıyoruz. Hakkımızda ileri sürülen iddialar farklı dilde ifade edilse de amaçlarının ve hedeflerinin aynı olduğundan hiç kuşkumuz yok. Kuşkumuzun olmadığı diğer bir gerçekse şudur: Ezilen halkların demokrasi ve özgürlük istemleri zorla bastırılıyorsa direnmek meşrudur ve bir insanlaşma eylemidir.

EGEMENLERİN RESMİ TARİHİ, YALANLARININ BELGESİDİR

Savunmanın 3. bölümünde TC devletinin resmi tarihine değinene Elma, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son sürecinde Ermenilere karşı bir soykırım yapılmıştır. Ama saldırılar durmamıştır. Söz konusu coğrafyada Rumlar, Kürtler, Süryaniler, Pontuslar kıyımlardan geçirilmiştir. Kimileri sürgünlere tabi tutulmuştur. T.C.’nin resmi tarihi, tüm bu süreçleri iç ve dış düşmanlara karşı yürütülen bir “bağımsızlık”, bir “kurtuluş” savaşı olarak tanımlamaktadır. Oysa esas yapılan, yapılmaya çalışılan; Türk ulusu dışındaki diğer halkları yerinden yurdundan etme, asimilasyona tabi tutarak tarih sahnesinden yok etme barbarlığıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda bu barbarlık sürecine kayıtsız kalan, hatta destek sunan yine Alman emperyalist burjuvazisidir. Resmi istatistikler çerçevesinde Türkiye’nin o süreçteki nüfus bileşimine baktığımızda, Ermenilerin nüfusu yüzde 18’ini teşkil ettiğini görmekteyiz. Bu nüfus oranına Rum, Süryani ve diğer Ortodoks Hristiyan topluluklarını ekleyince karşımıza yüzde 25’lik bir nüfus oranı çıkmaktadır.” ifadelerini kullandı.

Müslüm Elma savunmasına şöyle devam etti:

“Oysa gelinen aşamada Türkiye coğrafyasında bu halkların nüfusu binlerle ifade edilmektedir. Artık ne Van’da ne de Sivas’ta bir kasaba nüfusuna tekabül edecek bir Ermeni topluluğu yoktur. Dahası resmi tarihe göre söz konusu tüm topraklar Türk yurdudur. Resmi tarihe göre Türkler Anadolu’ya gelmeden önce bu topraklarda hangi halkların yaşadığı sorusunun ya yanıtı yoktur ya da tersyüz edilmiş, gerçeklerden uzak, çarpık bir resmi tarih yanıtı vardır.

Tarih tekerrür etmiyor. Sadece emperyalistlerin ve suç ortaklarının gerçekliğine ışık tutuyor. Şöyle ki; Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve diğer halkların, farklı dinlerin, kültürlerin yaşamış olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde Türk devleti kuruluyor. Bu devlet ne pahasına kuruluyor?

Bu devlet başta Kürt ulusu olmak üzere diğer halkları yok etme, yok sayma ve zorbalıkla sindirme pahasına kuruluyor. Ve bu karşı devrimci icraatlar Osmanlı’nın son sürecine ve T.C.’nin kuruluşunun ilk on yıllarına dayanıyor. Alman emperyalist burjuvazisi hem Osmanlı İmparatorluğu’nun son sürecinde hem de T.C.’nin kuruluş yıllarında T.C.’nin önemli müttefiklerinden biriydi. İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’na bu nedenle Alman emperyalist burjuvazisinin çıkarları için katılmıştır.

Dün emperyalist tekellerin çıkarları için Osmanlı’nın ve onun yıkıntıları üzerinde kurulan T.C.’nin diğer ulus ve halkları katletmesine seyirci kalan-destek sunan Alman emperyalist burjuvazisi bugün de aynı çizgisinde yürüyor.

Dahası daha fazla kan akıtılması için T.C.’ye silah satıyor. Ama tüm bunlarla da yetinmiyor. Faşist Türk devletiyle olan sınıfsal kardeşliği, suç ortaklığı gereği Türkiyeli devrimcileri, sosyalistleri tutuklayıp yargılıyor. Hiç şüphesiz bu tablonun ortaya çıkması karşısında kimileri şaşırıyor.

Mevcut durumu “tutarsız-çelişkili” bir tutum olarak değerlendiriyorlar. Yani bir yandan bizim gibi yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan devrimcilerin iltica taleplerini kabul ediyor ki bu taleplerin kabulü, anti-demokratik yasalarla yönetilen bir sistemin varlığının kabulü anlamına gelir-geliyor. Diğer yandan bu sisteme karşı mücadele etmenin “terörist” bir faaliyet olduğunu ileri sürerek tutukluyor.

Peki tüm bunlar şaşırtıcı mı? Kesinlikle değildir. Bilakis emperyalist burjuvaların iki yüzlü politikalarının en net göstergelerinden biridir. Emperyalistler ve suç ortakları, sınıfsal duruşları gereği devrimcilere, komünistlere düşmandırlar. Ve emperyalist devletlerin devrimcilerin, komünistlerin iltica taleplerine karşı vermiş oldukları her karara yüklemiş oldukları mesaj şudur: Sahip olduğun devrimci değerleri inkar et.

Kapitalist-emperyalist sistemin yaratmış olduğu bencil-bireyci düşünüş ve yaşam tarzının bir parçası ol. Aksi taktirde, Ankara ile Berlin arasında sandığın kadar bir mesafe yoktur. Devlet güvenlik veya özel ağır ceza mahkemeleriyle, eyalet yüksek mahkemeleri arasında ise fark vardır ancak bu önemli bir fark değildir. Her halükarda yine sanık sandalyesindesiniz.

Elbette ki burada olmamız ne haklılığımıza gölge düşürür ne de emperyalistlerin ve suç ortaklarının hakkımızdaki söylemlerinin gerçek olduğunu ispatlar. Bilakis bize yirmi birinci yüzyılda çarpıtılmış bir tarih anlayışına karşı yeniden gerçekleri haykırma fırsatını sunuyor. Yani dün bölgeyi kan gölüne çevirenlerin bugün de aynı icraatlarını sürdürdüklerini dile getirmemizi sağlıyor. Ezilen halkların dinleri-dilleri farklı olabilir, ama acıları ortaktır.

Başta Türk halkı olmak üzere Kürt ulusu da Ermeni, Süryani, Rum halklarının dün çektikleri acıları yeteri kadar göremediler-anlayamadılar. Zalimlerin zulmüne karşı ortak bir duruş sergileyemediler. Dahası yer yer insanlığa karşı işlenen bu suçlara iştirak ettiler. Bu gerçeği bugün görmek, yalnız geçmişe dair özeleştirel bir tutuma temel teşkil etmez. Aynı zamanda ezilen halkların kardeşliğine, birlikte mücadele etmenin tarihsel sorumluluğuna ve bilincine büyük bir güç kazandırır.

“Asla yalnız değilsiniz” şiarı mücadele alanlarında somut bir olgu haline gelir. Şunu unutmamalıyız ki geçmiş olumsuzluklarımızla yüzleşme, bugünkü görevlerimizin doğru bir tarzda anlaşılmasına vesile olacaktır.

 

TÜRK DEVLETİ, DEMOKRASİNİN DÜŞMANI

Müslüm Elma savunmasının 4. bölümünde Türk devletinin demokrasi ile kurduğu bağa ve AKP iktidaırnın sınıfsal niteliğine ilişkin ise şunları kaydetti:

“…

Türk devleti ve emperyalist efendileri ne kadar demokrasiden söz ediyorlarsa bilin ki demokrasiden o kadar uzaktırlar. Onlar ne kadar özgürlükten söz ediyorlarsa bilin ki o kadar özgürlük düşmanıdırlar. Çünkü onlar her zaman emperyalist tekellerin ve uşaklarının sınırsız sömürü özgürlüğünden ve egemenliğinden yanalar. Bu sömürü ve zorbalık sistemine karşı bir itirazda bulunmak, haklı ve meşru olan mücadelenin bir parçası olmak, egemenlerin yasalarına göre suçtur. Bu durumda, kendinizi ya devlet güvenlik mahkemelerinde ya da yüksek eyalet mahkemelerinde bulursunuz. Hazırlanan iddianameler farklı dilde, lakin suçlamalar benzer kalemden.

..

Keza ataerkil sistem aynı zamanda bir eşitsizlik sistemidir. Yani cinsiyetçilik temelinde kadınlar üzerinde baskı kurma sistemidir. Bu baskı aileden başlayarak toplumun tüm yaşam alanlarına sinmiştir. Cinsiyet temelli bu ayrımcılığa meşruluk kazandırmak için dinler, yasalar, geleneksel düşünüş ve yaşam tarzı bu kirli amaçlar için birer araç olarak kullanılmıştır. Özellikle din, kadınların köleleştirilmesi için ataerkil sistemin en büyük dayanaklarından biri olmuştur.

Cinsiyet temelli ayrımcılık politikası, erkeğin her bakımdan kadından üstün olduğuna dair zırva teorilerle temellendirilmeye çalışılmıştır-çalışılmaktadır. Bu durumu günlük sosyal yaşamın her karesinde hissetmek mümkündür. Örnek olarak “Kadın aklı işte!”, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!” vb. Elbette ki tüm bunlar, erkek egemen anlayışı ideolojik bir zemine oturtmanın argümanlarıdır. Diğer bir ifadeyle kadına biçilen bağımlılık statüsünü-kölelik ilişkisini bu ataerkil ideolojik zemine dayandırma çabasıdır.

Genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye coğrafyasında kadına yönelik şiddetin boyutunu anlamak bakımından bazı kısa veriler sunmak istiyoruz. Bunları sunmadan önce Birleşmiş Milletler’in şiddet olgusuna dair yaptığı tanımlamaya bakmakta yarar vardır.

“Kadına yönelik şiddet, kamusal ve özel alanda gerçekleşen, kadınların fiziksel, cinsel, duygusal zarar görmesiyle sonuçlanan ya da sonuçlanması muhtemel olan her türlü cinsiyet temelli şiddet eylemi veya bu eylemin yapılacağına dair tehdit ya da zorlama ve keyfi olarak özgürlüğün kısıtlanmasıdır.”

Yine Birleşmiş Milletler’in küresel cinayet raporuna göre dünya genelinde on binlerce kadın öldürülüyor. Türkiye’nin bu karanlık tablo içindeki yeri, merkezi bir noktadadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2018 ve 2019 yıllarının verilerine göre yüzlerce kadın erkek şiddeti sonucu hayatını kaybetmiştir. Platform var olan bu sonucun nedenlerini ise şöyle özetlemektedir: “2018 yılında kadın cinayetinin artmasının başlıca nedenleri; devletin kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddete karşı önlem almak yerine daha çok artıracak uygulama ve yasaları getirmeye çalışması, var olan kanun ve sözleşmelere uymamasıdır.”

Aynı cinsiyetçi ve homofobik tutum LGBTİ+ bireylerine karşı da izlenmektedir.

“…2018 yılında LGBTİ+ bireylerine yönelik insan hakları ihlallerinde ilişkin toplam 89 vaka ele alınmıştır ki bu vakalar arasında dört nefret cinayeti vardır. Bu nefret cinayetlerini nefret suçu, nefret söylemleri, işkence ve kötü muamele ve benzerlerini gayri insani uygulamalar takip etmektedir.”

Aynı nefret suçları ve cinayetler 2017 yılı raporunda da mevcuttur. Tüm bu karşı devrimci saldırılar egemen sınıfların bakış açısının bir yansımasıdır. Bu bakış açısı sürdüğü müddetçe cinayetler ve nefret suçları kaçınılmazdır.

AKP İKTİDARI FARKLI DÜŞÜNMEYİ, ELEŞTİRMEYİ SUÇ SAYIYOR!

AKP iktidarı farklı düşünmeyi, eleştirmeyi suç sayıyor. Devrimci ve sosyalist fikirler söz konusu olduğunda T.C. tarihi bir yasaklar, tutuklanmalar ve sürgünler tarihidir. Bugün düşüncelerini ifade ettiklerinden dolayı onlarca akademisyen yaşamlarını Türkiye dışında sürdürmek zorunda kalmıştır. Onlarcası farklı cezalara mahkum edilmiştir.

Yine Özgür Gazeteciler İnisiyatifi’nin 2018 yılı raporu, Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığının açık bir kanıtıdır. İşte veriler işte gerçekler!: 521 gazeteci yargılandı, 3 gazeteciye müebbet hapis cezası, 121 gazeteciye hapis ve para cezası verildi. 112 gazeteciye toplam 546 yıl 9 ay 20 gün, 6 gazeteciye ise toplam 40 bin TL para cezası verildi. Burada verilen rakamlar sadece ceza yargılamaları ile ilgili rakamlardır; basın organları ve gazetecilerin maruz kaldığı çeşitli türden idari baskı ve tedbirlere yer verilmemiştir.

Basın emekçilerine dönük saldırılar bugün de artarak devam ediyor. Mevcut siyasi iktidarın basına dönük politikası tek sesliliğe ayarlanmış durumdadır. Bundan dolayı da her farklı ses, söylem ve eleştiri yıkıcı bir faaliyet olarak görülüp suç sayılmaktadır.

TÜRK DEVLETİ LAİK DEĞİLDİR

Laik bir devlet din ve devlet işlerini birbirinden ayırır. Hangi din ve mezhebe sahip olursa olsun söz konusu devletin sınırları içinde yaşayan her kesime karşı eşit mesafede durur. Din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde gereken kolaylıkları sağlar. Adalet, hukuk vb. gibi sorunları dinin esaslarına göre değil, bilimin özgürlükçü mantığıyla ele alır. Yani bireylerin hak ve özgürlüklerini korur. Yaşam tarzlarına müdahale etmez.

Türk devleti tarihi boyunca esas olarak yukarıda altını çizdiğimiz anlayışa uygun olarak hareket etmemiştir.

Bu tarihi süreci kısaca özetlersek: Türk Devleti kurulduktan bir yıl sonra, yani 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesinde “Türk devletinin dini İslam’dır” vurgusu yapılmıştır. Bu madde her ne kadar 1928’de Anayasa’dan çıkarılarak ve 1937 yılında Anayasa’nın 2. maddesi “Türkiye devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, LAİK ve inkılapçıdır. Resmi dili Türkçedir.” şeklinde formüle edilse de pratik olarak din, yaşamın her alanındaki varlığını korumuştur.

Şüphesiz Türk devletini söz konusu tarihi kesitte laik söylemlere iten iç ve dış ana faktörler de vardı. Şöyle ki; dünyanın farklı coğrafyalarında gerçekleşen devrimler, sokaklardan yükselen özgürlük ve eşitlik talepleri, çağdışı-zamanın ruhuna uygun olmayan tüm düşünüş tarzları üzerinde bir baskı yarattı. Gerici-faşist iktidarları söylem düzeyinde de olsa “yeni şeyleri” ifade etmeye zorladı.

Bu genel tabloya karşın, din her zaman Türk egemen sınıflarının elinde ilerici ve devrimci güçlere karşı bir silah olarak kullanılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde komünizme karşı mücadele dernekleri kurulmuştur. Dün AKP’nin iktidar ortağı olan ve bugün Türk devleti tarafından “terörist” olarak ilan edilen Fethullah Gülen bu derneklerin faaliyetlerine katılan bir zattır. Yine katil Erdoğan’ın öğrencilik yıllarında içinde yer alıp çalıştığı “Milli Türk Talebe Birliği” gibi dernekler de benzeri karşı-devrimci rolleri üstlenmişlerdir.

12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbeyle birlikte siyasal İslamcılar “laik Türk devletinin” sunduğu imkanlar doğrultusunda başta Türk ordusu olmak üzere tüm militarist kurumlar içine ve devletin diğer kilit noktalarına adım adım yerleştiler. Bu iç gelişmelere paralel olarak dünya çapında esen gericilik dalgasının da etkisiyle bu güçlerin geniş yığınlarla buluşmasını sağladı. Erdoğan vb. diktatörler bu sürecin ürünü olarak ortaya çıktılar.

Müslüm Elma savunmasının son bölümünde Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere, proleter hareketin görevleri ve tutumuna, ve kapitalizmin alternatifinin neden sosyalizm olduğuna dikkat çekti:

” ORTA DOĞU HALKLARININ KURTULUŞU BİRLEŞİK DEVRİMCİ MÜCADELEYİ ZORUNLU KILAR

Ortadoğu halkları, burjuva milliyetçi veya dinci politikalarla ne emperyalizme ne de bölgedeki gerici-faşist devletlere karşı gerçek manada demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi yürütemezler. Keza demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi aynı zamanda bölge halklarının birleşik devrimci mücadelesini de zorunlu kılar. Eğer bugün bölge halkları burjuva milliyetçi ve dinci politikalar temelinde bölünerek birbirini boğazlıyorsa, bunun nedeni ilerici-devrimci önderliklerin bölgedeki zayıflığıdır. Merkezinde ulusal devrimci Kürt partilerin olduğu özgürlük güçleri henüz bu tabloyu değiştirecek halkların birleşik gücüne ulaşamamıştır.

Tarihi tecrübelerimize dayanarak şunu net olarak ifade edebiliriz: İlerici-devrimci önderlikler ezilen halkların bölünmesini değil, birleşmesini sağlamaya çalışırlar. Yani burjuva milliyetçi tutumları reddederek, enternasyonal dayanışmayı her koşulda ilke edinirler. Bu demektir ki Ortadoğu halklarının birliği, ilerici-devrimci düşüncelerin kitleler içinde yaygınlaşmasıyla mümkün olabilir. Bu düşünceler enternasyonal dayanışmayı tetikler. Rojava pratiğinde bunun işaretlerini gördük. Direnişin haklılığı ve meşruluğu, farklı uluslardan ilerici güçlerin direniş cephesine akmasına neden olmuştur.

Bölgenin yakın tarihinden hareketle yeniden şu gerçeklere dikkat çekmek istiyoruz: Ortadoğu’da burjuva milliyetçi bir çizgide yürüyen herhangi bir hareketin başarı elde etme, bağımsız bir tutum geliştirme şansı zayıftır. Bu niteliğe sahip olan hareketlerin farklı emperyalist devletlerin veya bölgedeki gerici devletlerin güdümüne girmesi de kaçınılmaz gibidir. Filistin hareketinin tarihi ve geldiği nokta veya Güney Kürdistan’daki gelişmeler bize hangi yoldan ya da nasıl yürünmesi gerektiği konusunda somut veriler sunmaktadır. Keza emperyalizmin ezilen halkları özgürleştirmenin değil, köleleştirmenin teminatı olduğunu göstermektedir.

PROLETER HAREKETİN GÖREVLERİ VE SORUMLULUKLARI

Proleter hareket ulusal sorunların çözümü, halklar arasında sınıfsal temelde bir köprünün inşa edilmesi, gerçek manada kardeşliğin pekişmesi için dün olduğu gibi bugün de şu gerçeklerin aktif olarak savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini gerekli görür:

Birincisi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkı. İkincisi tüm uluslar için tam hak eşitliği. Üçüncüsü ulusal azınlıkların haklarının korunması ve güvence altına alınması. Dördüncüsü bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halklarının sınıf dayanışmasının, birliğinin sağlanması.

Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın hiçbir coğrafyasına emperyalistlerin savaş uçaklarından atılan bombalarla, sokakları kan gölüne çeviren uşaklarının tanklarıyla barış gelmez. Halklar bu şekilde barış içinde bir arada yaşayamaz. Tüm anti-demokratik uygulamaların, zulüm politikalarının altında emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin imzası vardır. Bakınız Ortadoğu’ya, bölgenin barışı hakkında en çok konuşanlar Trump, Putin, Erdoğan ve diğer katil saz arkadaşlarıdır. Oysa bunlar “barış” dedikçe halkların kanı akıyor. Bunlar barış dedikçe halklar yerinden yurdundan oluyor. Yaşamlarını çadırlarda, barakalarda yoksulluk ve sefalet içinde sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bunlar “teröre” karşı mücadele dedikçe devlet terörü artıyor.

Türk egemen sınıfları da “barış” dedikçe hakim ulus milliyetçiliğine sarılıyor. Gelinen aşamada Kürt düşmanlığı bir bütün olarak Kürt coğrafyasını kaplamış durumdadır. Türk egemen sınıflarının tankları, militarist güçleri Güney Kürdistan’dadır. Suriye topraklarındadır. Dini gericilik propagandası T.C. tarihindeki zirve noktasındadır. Pantürkizm, Panislamizm hayalleri katil Erdoğan ve suç ortaklarının rüyalarını süslemektedir. Milliyetçilik ve dincilikle harmanlanan bu karşı devrimci politikalar yalnız Türkiye coğrafyasında değil, bölge coğrafyasında da ciddi tehlikelere yol açmaktadır. Bugün ana hedefte Kürtler ve müttefikleri vardır. Ama bu ırkçı ve dinci şekillenişin diğer ulusları, ulusal azınlıkları, mezhep ve inançları hedeflemesi de kaçınılmazdır. Erdoğan çetesindeki kimi burjuva siyasetçilerinin ve onların medya alanındaki tetikçilerinin geçmiş Osmanlı devletinin sınırlarına atıfta bulunan açıklamalar yapmaları, Sünni İslam dışındaki diğer dinleri-mezhepleri aşağılar nitelikte davranışlar içinde bulunmaları bilinçli bir politikanın eseridir.

ASLOLAN DİRENMEKTİR!

Bugün Türk egemen sınıfları işçilerin, ezilen ulusların, halkların gerek emek eksenli gerekse ulusal demokratik içerikli tüm taleplerine karşı baskıcı-yıldırıcı bir yol izlemektedir. İzlenen bu politikayla tüm toplumsal muhalefet denetim altına alınmak isteniyor. Taleplerin haklılığını, direnişin meşruluğunu karartmak için de her fırsatta “terörizm”, “bozgunculuk” yalanına baş vuruluyor. Çünkü yalan gerçeğin tersyüz edilmesidir. Yalan, her türlü talan politikasını kolaylaştırmanın, ona zemin hazırlamanın aracıdır.

Türk medyası bu yalanlara yaslanarak her gün savaş çığlıkları atıyor. Eli kalem tutan ırkçı kafalar her fırsatta Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını hatırlatıyor. Halktan toplanan vergilerle halka karşı kullanmak için yeni silahlar üretiliyor; silah tekellerine durmadan yeni siparişler veriliyor. İşçilerin, emekçilerin insanca bir yaşam için ileri sürdükleri talepler karşısında beş-on lira zam pazarlığını yapan egemen sistemin sözcüleri, milyarlarca dolarlık silah alımı yapıyorlar. Her koşulda “önce ülke güvenliği” diyorlar. Oysa onların sözünü ettiği güvenlik bir avuç sermaye iktidarının güvenliğidir. Ezilen halkların bir güvenlik sorunu yoktur. Ezilen halkların bu haydutlardan kurtulma sorunu vardır. Halkların geleceğini tehdit eden, halkları yoksulluğa sefalete sürükleyen bu egemen sistemin ta kendisidir.

Hiç şüphesiz bu zorbalıklar direniş çizgisiyle alt edilebilir ve emek hırsızlığı, başta işçiler olmak üzere tüm emekçilerin mücadelesiyle önlenebilir. Zalimler ancak direnişin dilinden anlar. Zulmün panzehiri direniştir. Yakın tarihimize bakın; AKP iktidarı yasal alanda siyaset yapan demokrasi güçlerine karşı her türlü pervasızca saldırıya baş vurmaktadır. Katil Erdoğan, güdümündeki medya aracılığıyla kime saldırılacağının talimatını sistemli olarak vermeye devam ediyor. Talimatlara uygun olarak harekete geçen mahkemeler tutukluyor. Uçaklar kalkıp topraklarımıza bombalar bırakıyor. Tüm bunlar milyonların gözlerinin önünde oluyor. Görüyoruz, ama ya susuyoruz ya da suç ortağı oluyoruz. Peki biz sustukça ne oluyor? Biz sustukça tutuklanma sırası bize geliyor. Sokaklar daha da sessizleşiyor. Haklı taleplerimizi dile getirme cesaretimiz kırılıyor.

EMPERYALİSTLER EZİLEN ULUSLARIN VE HALKLARIN DÜŞMANIDIR

Bu konuda yazar Robert Fisk’in şu değerlendirmeleri de bu gerçekliğe önemli oranda ışık tutmaktadır. Beyefendi şöyle der: “Kürtler, terkedilmeleri gerekene kadar ABD için ‘güvenli müttefik’tir.”

Amerika’nın Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı, Washington’daki Ortadoğu Enstitüsü’nün 19 Mayıs 2018 tarihinde düzenlediği panelde Robert Fisk’i teyit eder nitelikte konuşmuştu. YPG’ye hiçbir söz vermediklerini belirten Cohen şunları dedi:

“Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkiler geniş ve derin. Suriye Demokratik Güçleri’ni Rakka için kullanmak ile ilgili anlaşmazlık taktiksel bir konu. Bunun Türkiye’ye yönelik güvenlik taahhüdümüze stratejik bir etkisi olmayacaktır. Taktiksel alanlarda anlaşmazlıklarımız var ama Türkiye ile her zaman yoğun ve çeşitli bir ilişkimiz oldu ve bu devam edecek. Amerika YPG’yi savaş alanı ortağı olarak görüyor; çünkü Suriye’nin o bölgesinde tek güçler; Rakka’yı kurtarabilecek kapasitedeler. Onlarla ilişkimiz geçici harekete dayalı ve taktiksel.” 

Bu aylar öncesinden yapılan bir itiraftır. Ve emperyalizm mantığına da uygundur. Yine emperyalistlerin niteliğine ışık tutan bir başka itiraf da İngiliz devlet adamı Lord Palmerston’a mal edilen “İngiltere’nin ebedi dostları ve ebedi düşmanları yoktur, ebedi çıkarları vardır.” sözüdür.

YIKACAĞIZ HALKLARI BÖLEN TÜM DUVARLARI

Dünyanın mevcut gidişatından bir avuç egemen gücün dışında hiç kimse hoşnut değildir. Bilindiği gibi yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyalist maskeli burjuva bürokratik devlet yapılarının yıkılmasıyla birlikte egemen sınıflar ve onların kiralık kalemşörleri “liberalizm” şarkısı eşliğinde yeryüzünün bir cennete dönüşeceği propagandalarını yaptılar. Her fırsatta küresel zenginlik masalından söz ettiler. Ancak bugün karşımızda küresel zenginlik değil, küresel yoksulluk ve sefalet vardır. Ve bunun yaratıcısı da emperyalist kapitalist sistemdir.

Yine “soğuk savaşlar” dönemi bitti. Artık sınırlar anlamsızlaştı; şimdi serbest ticaret dönemidir. Ve Berlin duvarının yıkılışı da yapılan tüm bu propagandaların ana malzemesiydi. Evet Berlin duvarı yıkıldı ve dünya uluslarını-halklarını bölen tüm duvarlar da yıkılmalıdır. Ama yaşanan bu değildir. Yıkılan bir duvardı. Ama bu arada daha fazla yeni duvarlar örüldü.

Hollanda merkezli Transatlantik Enstitüsü adlı düşünce kuruluşunun yaptığı bir araştırmaya göre “Avrupa Birliği” ve Schengen bölgesindeki ülkeler 1990’lı yıllardan bu yana yerlerinden edilmiş kişilerin Avrupa’ya göçünü engellemek için bin kilometre duvar ördüler. Bu da Berlin duvarının altı katına tekabül ediyor. Dahası denizlerde devriye gezen gemilerle, sınırlarda yapılan sıkı kontrollerle göçmenlere karşı yeni görünmez duvarlar oluşturuldu. En kötüsü de dinsel, ulusal temelde yürütülen karşı devrimci propagandalar neticesinde halklar arasında beyinlerde-yüreklerde oluşturulan düşmanlık duvarlarıdır. Ekilen kin ve nefret tohumlarıdır. İşte Berlin duvarının yıkılışıyla anlatılan o masallar, bugün hayatın gerçekleri karşısında kar gibi erimiştir.

Hiç şüphesiz biz yalnız Avrupa’da örülen duvarlara dikkat çektik. Fakat başta Ortadoğu olmak üzere Amerikan sınırlarını da kapsayan birçok bölgede göçmenlere karşı veya güvenlik gerekçeleriyle binlerce kilometrelik yeni duvarlar örüldü. Elbette ki tüm bunlar az da olsa emperyalist-kapitalist sistemin “özgürlük” yalanlarına ışık tutarak bazı gerçeklerin görülmesine vesile olmaktadır.

VIII. KAPİTALİZMİN ALTERNATİFİ SOSYALİZMDİR

Yirminci yüzyılın en büyük tarihsel olayları; proletarya önderliğinde emekçi yığınların 1917 yılında Rusya’da gerçekleştirilen Ekim Devrimi’dir. Çin’de gerçekleşen Demokratik Halk Devrimi’dir. Çünkü bu devrimler dünyanın farklı coğrafyalarında yeni demokratik ve sosyalist devrimlerin yaşanmasına yol açtı. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine ivme kazandırdı.

Bu devrimler, emeği hiçleştiren burjuva-feodal egemenlik sistemine karşı, emeği en yüce değer sayan proleter önderliği sahip devrimlerdi. Diğer bir anlatımla eskiyen, çürüyene karşı yeninin zaferiydi. Lakin yeni olana karşı kapitalist-emperyalist sistem boş durmadı. İçte ve dışta sürdürülen saldırılar proletaryanın kazanmış olduğu mevzilerin yeniden yitimine yol açtı. Bu elbette ki proletarya ve ezilen dünya halkları için büyük bir kayıptı. Ama tüm bu yaşananlar sınıf savaşının mantığına aykırı değildi. Yaşanan proletarya için geçici bir yenilgiydi. Bu durum asla kapitalist-emperyalist sistemin zaferi olarak ilan edilemez. Ezilen dünya halklarının insanca bir yaşam özlemi sürdükçe egemen güçlerin tüm kirli propagandalarına karşı sosyalizm bir seçenek olarak var olmaya devam edecektir.

Kapitalizmin alternatifsiz olduğunu iddia edenler, kapitalizmin bugün yaratmış olduğu yoksulluğu, işsizliği görmezlikten gelenlerdir. Hiç tartışmasız kapitalizm demek, kriz demektir. Haksız savaş ve göç demektir. Tarih defalarca bu gerçekliğe tanıklık etti. Bugün de etmeye devam ediyor. Tüm bunların yaşandığı bir yerde devrim ve sosyalizm mücadelesi meşrudur. Yirminci yüzyılda yaşanan yenilgilerin yıkıntıları üzerinde yeni demokratik ve sosyalist devrimlerin inşası kaçınılmazdır. Proletaryanın yaşamış olduğu bu geçici yenilgilerden hareketle kapitalizmin alternatifsiz olduğunu söyleyenler proletaryanın yeni zaferleriyle birlikte bir kez daha gerçeğin duvarına çarpacaklardır. Buna inanıyoruz.

Tarih bildiği yoldan ilerleyecektir!

Dünyada siyasal gericiliğin, faşist devlet terörünün bir karabulut gibi ezilen halkların üzerine çöktüğü bir dönemde “Devrimler kaçınılmazdır” şiarını haykırmamız bir hayal değildir. Bilakis ezilen halkların özgürlük yürüyüşünün varacağı noktaya dair yaptığımız somut bir tespittir. Devrimciler, sosyalistler geleceğe dair öngörülerini sübjektif niyetlerine göre değil, bilimsel bir perspektifle tarihin ve toplumun yasalarına göre yaparlar. Devrimcileri güçlü kılan, tüm zorluklara rağmen hayallerinin peşinde koşturan, sahip oldukları bu bilimsel sosyalist perspektiftir. Ezilen halkların haklı ve meşru mücadelesine duyulan sonsuz güvendir.

Alman devrimci Karl Liebknecht bu nesnel gerçeklere dayanarak yüzyılı aşan bir süre önce onu yargılamaya çalışan egemen sınıfların yargı kurumlarına karşı şu gerçekleri haykırıyordu:

“Ama varacağınız hüküm bizim inançlarımızı değiştirmeyecektir. Bizi yıllarca yatmak üzere zindana gönderdiniz, ama oradan çıkacağımız gün bizi yeniden mahkum etmeniz gerekecek. Çünkü biz o gün de bugün olduğumuz kadar suçlu olacağız.”

Yirminci yüzyılda gerçekleşen demokratik ve sosyalist devrimler, kitlelerin tarihi yaratıcılığına inanan bu sonsuz güvenin eseridirler. Bugün dünyada esen gericilik rüzgarına karşı mücadelede aynı inancı taşıyoruz. Taşımaya da devam edeceğiz.

Enternasyonal proletaryanın tarihi tecrübeleri ışığında, yeni zaferlere olan inancımızla bir kez daha şu çağrıda bulunuyoruz:

Bu salonda vereceğiniz kararlar şu soruların yanıtlanmasına da vesile olacaktır. Bugün bölgemizde ezenlerle ezilenler arasında süren bir mücadele vardır. Bir yanda devrimci-demokratik güçler, laik hareketler. Diğer yanda Ortaçağ zihniyetiyle beslenen gerici güçler-diktatörler.

Şimdi tercih sizindir: Bizi mahkum ederek bu çağdışı zihniyetlerle olan ortaklığınıza bir kez daha mı imza atacaksınız; yoksa yapılan yanlıştan vaz mı geçeceksiniz? Bugüne kadar Alman devletinin mahkemelerinde tercih hep bölgenin diktatörlerinin çıkarlarını korumadan yana yapıldı.

Yine tereddütsüz olarak şunları söylüyoruz: Enternasyonal proletaryanın birer sıra neferleri olarak bu kavgada yer almaktan onur duyuyoruz. Bugüne kadar bu büyük insanlık ailesinin düşüncelerini dile getirdik-getirmeye de devam edeceğiz.

Hiç kuşkusuz baştan itibaren haksızlık-hukuksuzluk üzerinde bir bina inşa ettiniz. O bina zamanla çökecektir. Ama altında kalan biz olmayacağız. İnşa edenlerin kendileri olacaktır. Bu haksız tutuklamalarınız, mahkumiyet kararlarınız bizden çok sizi yaralayacaktır. İlerici güçler nezdinde Avrupa “demokrasisi” söyleminin bir masal olduğu gerçeğini daha da anlaşılır kılacaktır. Yani haklılığımızın anlaşılmasına, dostlarımızın daha da çoğalmasına hizmet edecektir.

Biz sosyalistiz; işçilerin, yoksul köylülerin, emeğiyle geçinen, onuruyla yaşayan tüm ezilenlerin yüreklerindeki sessizliğin sesiyiz.

Biz halkız, birleştikçe çoğalırız. Tarihin akşını devrimci bir kanalda akıtarak yıkılmaz bir güç haline geliriz.

Biz tarihiz, ilerici insanlığın zorlu yürüyüşünde yendik, yenildik. Yine de yeneriz, yeniliriz. Ama nihai olarak durdurulması zor bir gücüz.

Savunmanın tam hali için TIKLAYINIZ

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu