GüncelKadınMakaleler

PANOROMA Kadın | 2019’da kadınlar sokaklardan asla vazgeçmedi…

2019 yılı henüz ilk günlerinden itibaren kadın ve LGBTİ+lar açısından yoğun gündemlerle doluydu.

Kriz koşullarında işsizlikten güvencesiz çalıştırılmaya, ücret eşitsizliğinden şiddetin meşrulaştırılmasına, çocuklara dönük istismar haberlerinden boşanmayı zorlaştıran ve nafaka hakkını hedef alan tartışmalara, kadın eylemlerini ve direnişini her fırsatta hedef gösteren açıklama ve söylemlerden her yerde karşımıza çıkan homofobi ve transfobiye, 8 Mart’tan 20 ve 25 Kasım’a dek devam eden saldırı, engelleme ve marjinalleştirme girişimlerine, hapishanelerde kadın tutsaklara dönük saldırılardan tutsak annelerine yönelik gözaltılara, Kürdistan’da kayyım saldırısı ile önce kadın kazanımlarının hedeflemesinden tutuklamalara kadar bir dizi gündemle karşı karşıya kaldı kadınlar …

Ekonomide bitiş düdüğü…

Geçmiş yıllara oranla kriz gerçeğinin gündemi oldukça meşgul ettiği bir yıl oldu 2019. Genel olarak AKP, özel olarak da 2019 yılı değerlendirmelerinde AKP açısından OHAL uygulamalarını süreklileştirerek geniş kitlelerin kazanılmış neredeyse tüm hak ve özgürlüklerinin hedef alındığının altını çizmek önemli iken diğer bir nokta da TC tarihinin en derin ekonomik krizine yol açan politikaların altına imza atıldığıdır. Bu politikaların sonucu, emekçi halkın yoksulluk ve sefaletle daha fazla başbaşa kalması oldu.

Aslında 2000’li yılların başından itibaren karşı karşıya kaldığımız kriz gerçeği, uzun bir dönem ona buna efelenmelerle, “teğet geçti” yalanlarıyla, sahte gündemlerle, yalan rakamlarla vb. gizlenmeye çalışılmaktaydı. Ancak gelinen aşamada kağıttan bir gemiyi andıran Türkiye ekonomisini bırakalım yüzdürmeyi, su üstünde tutmak bile giderek daha fazla zorlaşmaktadır. Durum sürdürülebilir olmaktan çıkmış; işsizlik, sömürü, yağma ve talan inanılmaz boyutlara varmıştır.
Bu gibi kriz dönemlerinde yoksul kesimler daha da yoksullaşırken, işsizlik ve güvencesizlik artarken, tüm bunlara en çok kadınların maruz kaldığı bir gerçektir. Oysa AKP işlerin iyi gittiğinden dem vurmakta en kötü ihtimalle “tünelin sonundaki ışık göründü” yalanına başvurmaktadır.
DİSK-AR’ın 16 Ekim 2019 tarihli raporu bir yandan genel anlamda işsizlik tablosuna dair gerçekleri yansıtırken diğer yandan özel anlamda kadın istihdamı ve işsizliği konusunda da rakamları ortaya koyuyor.

Rapora göre hem mevsim etkisinden arındırılmış hem de arındırılmamış işsizlik oranlarında tırmanma yaşanırken, en yoğun artış genç ve kadın işsizliğinde gerçekleşmiş durumda. Buna göre; Temmuz 2018’de yüzde 14.3 olan mevsim etkisinden arındırılmamış kadın işsizliği 2.4 puan artarak Temmuz 2019’da yüzde 16.7 seviyesine yükseldi.

Tarım dışı genç kadın işsizliği ise Temmuz 2018’e göre 8.9 puan artarak yüzde 32.3’ten yüzde 41.2’ye yükseldi. Böylece en yüksek işsizlik türü, tarım dışı genç kadın işsizliği oldu.
Biliyoruz ki, krizden kaynaklı bütün bu işten çıkartmalarda, kadınlar en kolay işten çıkartılan, işsizlikle daha fazla yüz yüze kalan kesim oluyor. Bu noktada 2019 yılı açısından önemli bir örnek Flormar işçilerinin direnişidir. Gebze Organize Sanayi Sitesi’nde kozmetik bakım ürünleri fabrikası Flormar’da işçilerin sendikalı olmasıyla birlikte işten çıkarmalar başladı. Petrol-İş Sendikası’nın işyerinde yetki almasının ardından ilk olarak çoğunluğu kadın 20 işçi işten atıldı.
Takip eden günlerde de işten çıkarmaların devam etmesiyle birlikte işinden olanların sayısı 120’yi buldu. İşçiler arkadaşlarına destek olmak için de eyleme geçtiler. Flormar önünde direnişlerini 297 gün sürdüren direnişçiler, 8 Mart günü eylemi sonlandırdılar.
Yanı sıra kriz ve yoksullaşma özellikle ev emekçisi kadınların yükünü artırmakta, aile geçimi “bir şekilde” bu kadınların üzerine kalmakta; üstüne üstlük bir de gerici, muhafazakar politikalar erkek egemenliğini perçinleyerek kadınların yaşamını daha da zorlaştırmaktadır. Kadınlar mutfaktaki yangına göre aile hayatını ucu ucuna planlamaya çalışmakta, çoğu zaman parça başı, evde yapılabilecek ve görünmeyen işlere yoğunlaşmaktadır.
Burada kayıt dışı istihdam artışına da değinmek gerekmektedir. Kayıt dışı istihdamdan en fazla kadınlar etkilenirken, bu durum, kadın emeğinin hem çalışma koşulları hem de eşit ücret ve sosyal güvenlik hakları bakımından kapsam dışına itilmesine yol açmaktadır.
İşten çıkarılanlar en başta kadınlar olurken, birçok sendika işten çıkarılmalar ve işsizlik verilerini raporlaştırılırken, kadınlara dair herhangi bir veri tutmamaktadır.

DİSK tarafından yapılan açıklamalarda Türkiye’de kayıt dışı çalışmanın hala yüzde 40’lara varan bir oranda olduğu kaydedilirken bu rakamın kadınlar açısından çok daha fazla olduğu ifade edilmektedir.

Eril çalışma koşulları kadınları öldürüyor!

Kadınların işsizlik, işten atmalar vb. nedenlerden kaynaklı güvencesiz ve kayıtdışı alanlara yönelmesinin başka bir sonucu da iş cinayetlerinde yaşamlarını daha fazla yitirmeleridir. Ancak genel anlamda çıkartılan iş cinayetleri raporlarında kadınları ayrı bir başlık altında görmek oldukça zordur. Kayıtdışılık-görünmezlik kadınların peşini yaşamlarını yitirdiklerinde de bırakmamakta ve bir rakam olarak ifade edilmelerinin bile önüne geçmektedir.
Devlet tarafından tutulan SGK istatistikleri, kadın işçilere dair iş cinayeti ve meslek hastalıkları istatistikleri bakımından oldukça eksiktir. Örneğin mevsimlik tarım işçileri, SGK verilerinde yer almamaktadır.

Ücretsiz aile işçiliği, ev eksenli üretim, gündelikçilik, bakıcılık, yardımcılık gibi kadın istihdamının yoğun olduğu alanlar da istatistiklerde kendine yer bulamayan çalışma biçimleridir.
Dolayısıyla devletin, kadınlar açısından en çok iş kazası-cinayeti yaşanan sektörleri verilerin dışında tutması kadın işçilerin “görünmez”lik durumunu iyice derinleştirmektedir…
Benzer şekilde kadın işçilere meslek hastalığı tanısı koyma süreci de başlı başına ayrımcılıkla dolu bir süreçtir. Kadınların yaşadığı sağlık sorunlarının “iş yaşamı dışındaki” sebeplerden ötürü yaşanmış olma ihtimali öne sürülerek çoğunlukla meslek hastalığı tanısı konulmamaktadır. Oysa ki kadın istihdamının yoğunlaştığı hizmet ve tarım sektöründeki işler, emek yoğunluklu ve kadının evdeki işleriyle paralel içeriktedir.

Bu işlerin mesaisinin hem evde hem de “iş”te tekrar ediyor oluşu, kadın işçilerin sağlığının bozulması açısından çifte risk oluşturuyor. TÜİK tarafından yapılan bir araştırma, kadınların dışarda bir işte çalışsalar dahi günde en az 4 saat 19 dakikalarını ev işleri için harcadığını gösteriyor. Ama çifte mesai yapmak durumunda kalan kadın işçilerin yaşadığı stres, kaygı bozuklukları, kalp-damar hastalıkları, kas-iskelet sistemi sorunları, deri hastalıkları ve kronik yorgunluk vb. meslek hastalığı olarak tanımlanmıyor bile.
Yılın hemen başında İSİG’in hazırladığı Ocak raporuna göre bu ay içinde toplam 155 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi ve bunlardan 11’i kadındı. Şubat ayı raporuna göre ise bu ay içinde en az 125 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir.

Bunlardan 9’u kadındır. Raporların toplamına göre 2019 yılının Ocak-Kasım ayları arasında toplam 102 kadın, iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirmiş durumdadır.
İSİG raporunda işçi sağlığı ve iş güvenliğinin bütün işçiler açısından can yakıcı sorunlardan biri olduğuna değinilerek bunun yanısıra eril çalışma ortamının bu sorunu kadın işçiler açısından daha can yakıcı hale getirdiği vurgulanıyor ve şöyle devam ediliyor: “Kadınlar, tarlaya çalışmaya gitmek üzere istiflendikleri kasalarda geçirdikleri trafik kazalarında, ev işçisi olduğu evin camını silerken düşerek, bir aracın altında ezilerek ya da işyerini basan bir erkek tarafından vurularak yaşamlarını yitiriyor…

Kadın işçi ölümleri en çok kayıt dışı çalışmanın en yüksek olduğu tarım-orman işkolunda gerçekleşiyor. Tarım, güvencesiz çalışma koşullarıyla dikkat çeken bir sektör. Her türlü haktan yoksun biçimde çalışan tarım işçisi kadınlar her gün ölümle yüzyüze kalıyor. Uzun çalışma saatleri ve kayıt dışı çalışma oranlarının yüksek olduğu tekstil-deri, ticaret-büro, sağlık, turizm-konaklama işkolları da kadın iş cinayetlerinin en çok yaşandığı diğer işkolları…

Kadın iş cinayetlerinin yarısı trafik ve servis kazaları sebebiyle yaşanıyor. Trafik ve servis kazaları başta tarım olmak üzere güvencesiz işlerdeki en önemli iş cinayeti sebeplerinden birisi. Bu sebeple yaşanan iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin ağırlıklı kısmı kamyon, traktör ya da minibüslerle tarlalara taşınan tarım işçisi kadınlar. Ezilme-göçük ve yüksekten düşme de kadın iş cinayetlerinin diğer başlıca nedenleri…”
Burada bir parantez açarak özellikle son yıllarda yaşanan kadın cinayetlerinde, kadınların işyerinde ya da iş yerine giderken-iş yolunda bir erkeğin şiddeti sonucu ölümlerdeki artışa da dikkat çekmek gerekiyor. Bu durum ayrıca işyerlerinin kadınlar açısından güvensiz koşullarını da göstermektedir…

Dizginsiz sömürü; Göçmen işçiler…

2019 yılı gündemlerinden birisi de göçmen işçilerin yaşam ve çalışma koşulları oldu.
Nadira Kadirova, 23 yaşında, göçmen bir ev işçisiydi. Evinde çalıştığı AKP’li vekil, emekli general Şirin Ünal’ın silahıyla intihar ettiği sürüldü. Onun hayatını yitirmesi Türkiye’de ev işçiliği yapan göçmen kadın işçilerin yaşadıklarının bir nebze de olsa kamuoyuna açılmasına yol açtı. Ve Türkiye’nin bu anlamda tam bir sömürü cenneti olduğu daha görünür hale geldi!
Bilindiği gibi kadınların göç etmesinin savaş dışındaki en temel nedeni yoksulluk. 1980’lerden sonra bütün dünyada kriz koşullarının ve işsizliğin artması, göç hareketlerinin de artışını getirmiş; inanılmaz rakamlarda insan daha iyi bir yaşam için dünyanın farklı yerlerine göç etmiştir/etmektedir.

Dünya üzerindeki göç kitlesinin neredeyse yarısını oluşturan kadınlar açısından durak noktalarından birisi de Türkiye’dir. Başka birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kadın göçmenler istenmeyen ilan edilerek belli iş sahalarına sıkıştırılmakta ve alabildiğine sömürülmektedir. Bu iş sahalarından bazıları seks işçiliği, tekstil sektörü ya da ev işçiliğidir.

Türkiye’de 1 milyon ev işçisi bulunuyor. Ancak göçmenler bu rakama dahil değil. Sistem, bakım emeğini kadın işi görmekte ısrar ettiği için dünyada ev emekçilerinin yüzde 87’sini kadınlar oluşturuyor. Türkiye için ise bu oranın yüzde 90 olduğu tahmin ediliyor. Sigortasız çalışma, psikolojik ve fiziksel şiddet, alıkonulma, tehdit, taciz ve tecavüz özellikle göçmen ev işçisi kadınların en büyük sorunları arasında.
Tıpkı Nadira olayında olduğu gibi bu tür vakalar “şüpheli ölüm”, “intihar” olarak kayıtlara işlenerek bireyselleştirilmeye çalışılıyor. Gerçekten Nadira’nın yaşadığı tekil bir örnek midir? Onun gibi ev işçisi kadınlar, göçmen kadınlar neler yaşıyorlar? İşte birkaç örnek:
“Ben evin şoförü olarak çalışıyordum.

Eşimse temizlik ve yemeğe bakıyordu villada. Patron elime alışveriş listesi verdi. Ben de alışverişe gittim. Sonra listenin en son bana verdiği listeyle aynı olduğunu gördüm. Evde her şey vardı. Yoldan geri döndüm. Karımın başına çok kötü şeyler geldi. Ona tecavüz etmek için beni evden göndermiş. Pasaportumuza, oturma iznimize de el koymuştu. Apar topar gittik oradan. Ama hiçbir şey yapamadık.”
***
“10 kişi bir masaya oturup kendini aileye beğendirmeye çalışıyorsun. Kendimi hayvan pazarında gibi hissettim. Çok iğrençti. Bir de yol parası verdim oraya gitmek için, hemen dönemedim de. 4 saatin sonunda daha sıra bana hiç gelmeden ve ben aileyle hiç konuşmadan, aile biriyle anlaştı gitti.”
***
“Bir firmaya gittim. Beni, bir ailenin yanına çocuk bakıcısı olarak göndereceklerini söylediler. Eve gittiğimde ne çocuklar ne de eşi vardı evde. Adam bana saldırdı. Polise de gidemedim. Oturma iznim dahi yok. Gitsem beni ülkeme gönderirler ya da bana kötü gözle bakarlar ama o adama hiçbir şey olmaz.”
***
“Altın diş bizde yürek demek, güç demek, sağlık demek. Sağlık için, yürekli olmak için takıyoruz biz. Ama Türkler istemiyor. Patronlar altın dişli eleman almayız diyorlar. Söktürüyoruz biz de. Yani seni işe alırım ama dişlerini altın istemiyoruz diyorlar. Gidiyoruz dişçiye, işimiz olsun diye söktürüyoruz dişimizi…”
Bu kadınlar eğer gece de çalıştıkları evlerde kalıyorlarsa sömürünün ara verdiği tek bir dakika bile olmuyor. En büyük sorun, uzun çalışma saatleri ve iş tanımının net olmaması. Yani zaten evde bulunan kadının bu süre boyunca her işi, her saatte yapması bekleniyor. Belirli bir çalışma saatinden sonra dinlenmesi, özel zaman geçirmesi mümkün değil.

Yaşlı ya da hastanın gece tuvalete götürülmesinden gece ağlayan çocuğun susturulmasına, sabah erkenden kahvaltının hazırlanmasından ev temizliğine kadar akla gelebilecek her iş kadınların omuzlarına yükleniyor. Yüksek binalarda cam silmek, aynı tehlikeli mekanlarda halı vb. silkelemek, çeşitli kimyasal maddelere sürekli maruz kalmak, 20 saatin üzerinde çalışma, yetersiz beslenme, düşük ücret, kıyafet zorunluluğu, potansiyel hırsız olarak muamele görmek ve pasaportun elinden alınması da cabası.
Bunların yanı sıra karşılaşılan zorluklardan biri de emekçilerin birbiri ile kıyas edilmesi ve bunun sonucunda iş arayan ev işçisi kadınların işsizliğin suçunu birbirlerinde arayabilmesidir.

Örneğin, Türkiyeli ev emekçisi kadınlardan bazıları göçmen işçileri, işlerini ellerinden almakla suçlayabilmektedir. Kimileri de Filipinli dadıların aldıkları görece yüksek maaşlar sayesinde rahat olduğu yanılgısına düşebilmektedir. Yine yaş meselesi de işçiler arasında bir ayrım olarak görülmekte ve belli bir yaş aralığının tercih edilmesinden kaynaklı örneğin 40 yaş üzeri çalışanlar genç işçiler sebebiyle iş bulamadıklarını düşünebilmektedirler.
Göçmen işçilerin karşı karşıya kaldıkları insanlık dışı koşullara son örnek geçtiğimiz hafta basına yansıyan Nepalli Sonam Karmu Hyolmo oldu. Nepal’de bulunan bir firma aracılığıyla çocuk bakıcılığı yapmak için Ankara’ya gelen Sonam, çalıştığı evde işkence ve şiddete maruz bırakıldı, 4 aydır çalışmasına rağmen yalnızca ilk ayın ödemesini aldı, telefonuna ve pasaportuna el konuldu.

Yaşadıklarını anlatan bir video çekerek yardım isteyen Sonam anlattıkları tanıdık: “Buraya ailem için para kazanmaya geldim. (…) Bana bunu neden yapıyorlar. Çünkü tüm işimi yapıyorum bana verilen tüm görevlerimi yapıyorum. Sabah 5.00’te bazen saat 6.00’da işe başlamam için uyandırıyorlar. Kahvaltı hazırlama, ütü yapma ve tüm ev işleri.

Gece 12.00-01.00’e kadar çalışıyorum. Nepal’den geldiğim günden beri tek bir gün huzur içinde doğru dürüst yemek yemedim ve uyumadım. (…) En büyük sorunum ailemle konuşmama izin verilmemesi. İnterneti neden kullanmama izin vermediklerini bilmiyorum. Ailemle konuşmak istiyorum. Ailemin gerçekten iyi olup olmadığını bilmek istiyorum.”
Yanında çalıştığı aile tarafından defalarca dövüldüğünü de anlatan Sonam “Kolum henüz iyileşmedi, yaramı iyileştirmek için kullandığım ilacım vardı bitti. Bana hiç ilaç vermediler, çok dövdüler. Ne yapmalıyım?” diyor.
Son olarak, Suriyeli göçmen kadınların yaşadıklarına da değinmek gerekir. Suriyeli göçmen kadınlar gerek kaldıkları kamplarda ve gerekse de yaşamak zorunda bırakıldıkları yerlerde her türlü tacize, tecavüze ve sömürüye maruz kalmaktadırlar. Özelikle genç kadınların merdiven altı tekstil sektöründe yoğun bir sömürüye tabi oldukları bilinmektedir.

Kriz ve yoksulluk sarmalında kadına yönelik şiddet…

Diğer yandan AKP iktidarı döneminde daha özel olarak da 2019 yılı içinde kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin, cinsel tacizlerin, LGBTİ+lara dönük suç ve ayrımcılığın artması izlenen politikalardan bağımsız değildir. Ekonomik kriz, AKP iktidarının baskıcı, ayrımcı, ötekileştirici ve hedef gösteren politikaları, korkunç yargı kararları, kolluk kuvvetlerinin kadınları korumak adına imzalanan sözleşmelerin gereklerini dahi yerine getirmemesi vb. ile iktidar kadınları itaate zorluyor.

Ekonomik krizin ağır yükünü taşımak zorunda kalan kadınlara bir bedel de canlarıyla ödetilmek isteniyor. AKP her fırsatta, her saldırıda, her tacizde, her şiddet örneğinde polisi, yargısı, mahkemesi ile erkek egemenliğinin sırtını sıvazlayarak şiddeti körüklüyor.
Sadece katledilen kadınların sayısına bakmak dahi bu cinskırımı görmeye yeterlidir.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2019’un Ocak ve Kasım ayları arasında toplam 422 kadın katledildi. Cinayet faillerinin büyük çoğunluğu, kadınların en yakınlarındaki erkeklerdi ve yine bu erkeklerin büyük çoğunluğu ya serbest bırakıldı ya da ceza indirimleri ile ödüllendirildi.

Emine Bulut, Ceren Damar, Güleda Cankel, Ceren Özdemir, Ayşe Tuba Arslan ve daha niceleri… Kimisi boşanmaya çalıştığı eşi, kimisi hiç tanımadığı bir erkek, kimisi oğlu ya da başka bir akrabası, kimisi ayrılmaya çalıştığı erkek tarafından; çalışmak istediği ya da istemediği, boşanmak istediği, erkek arkadaşından ayrılmak istediği, makyaj yaptığı ya da kendine bakmadığı, kıyafeti bahane edilerek ya da yaptığı yemek beğenilmediği için ama hepsi kadın oldukları için katledildi.
Kadın cinayetleri sözkonusu olduğunda kolluk, yargı vb. ile tüm devlet mekanizmalarının ittifak halinde adeta bir suç örgütüne nasıl dönüştüğüne defalarca kez tanık olduk, olmaya da devam ediyoruz. Bu durumun en öne çıkan iki örneği Rabia Naz ve Şule Çet cinayetleri oldu. Bu iki dava da AKP iktidarının çürümüş ve kokuşmuşluğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Şule Çet, 29 Mayıs 2018’de Ankara’da bir plazanın 20. katından atılarak katledilmişti. Olayın ardından gözaltına alınıp serbest bırakılan Çağatay Aksu ve Berk Akand kadın örgütlerinin tepkisi ve çalışması üzerine tutuklanmıştı. Açık delillerin görmezden gelindiği, bazı delillerin yok edildiği, ailenin ve kadın örgütlerinin hedef gösterildiği dava süreci kadın dayanışması sonucu katillerin cezalandırılması ile son buldu.
Rabia Naz’ın katledilmesi sonrası yaşananlar ise adalet arayan bir aile karşısında devletin tepeden tırnağa nasıl ittifak halinde olduğunun göstergesi.

Belediye başkanından belediye başkanının yeğeni ve AKP Milletvekili Nurettin Canikli’ye kadar uzanan şüpheli listesine rağmen tüm devlet, aileyi karşısında almış, onunla mücadele ediyor, cinayetin aydınlatılmaması için her türlü çabayı sarf ediyor. Ortada silinen ihbar ve kamera kayıtları, dinlenmeyen tanıklar, susturulmaya çalışılan bir baba, karartılan hatta bizzat Eynesil Belediyesi tarafından yok edilen deliller vb. bulunuyor.
Kadın cinayetleri başlığında işlenmesi gereken konulardan biri de ekonomik krizle birlikte artan intiharlardır. Önce İstanbul Fatih’te 4 kardeşin ölü bulunmasıyla başlayan örnekler ardından Antalya, Antep, Bolu, İzmir, Çanakkale, Amed gibi illerden gelen yeni intihar vakalarıyla devam etti. Aslında intihar vakaları Türkiye için yeni değil.

TÜİK verilerine göre, 2002-2018 arasında (yani AKP’li 17 yıl boyunca) 50 bin 378 kişi intihar ederek yaşamına son verdi. Yani her yıl ortalama 2 bin 963 kişi, her gün 8 kişi intihar etti. 2018 yılında intihar edenlerin sayısı ise yıllık ortalamanın üstünde: 3 bin 161 kişi. İntiharlarının en önemli nedenleri arasında borç, mobbing ve işsizlik bulunuyor.
Bu konu bağlamında tartışılan noktalardan birisi de yaşananların intihar değil, failin daha sonra intihar ettiği “cinayet”ler olduğuydu. Zira çoğunlukla “intihara” karar veren “ailenin reisi”-baba-erkekti, ölenler arasında bazı vakalarda yaşları küçük çocuklar da bulunuyordu ve kadının-annenin intihar planının gönüllü bir parçası olmadığını anlamak çoğu zaman mümkün olmasa toplumsal cinsiyet rolleri bize açıktan ailenin yaşayıp yaşamamasına erkeğin karar verdiğini göstermekteydi.
Patriarkal sistemin erkeğe biçtiği “aile reisi” rolünü yerine getiremediği için çaresiz kalan “baba”nın kendisinden sonra ailenin başına gelebilecekleri, yaşayacakları zorlukları kendince hesaplayarak onları da kendi intiharının bir parçası haline getirmesinin sorumlusu kuşkusuz ki, erkeğe bu sorumluluğu biçen toplumsal yapının kendisidir. Yani patriarkal sistem hem kadının hem çocukların hem de erkeğin ölümünden sorumludur.

LGBTİ+’lar için kriz yeni değil!

AKP iktidarının her dönem sinir uçlarından olan LGBTİ+ hareketine dönük saldırılar da dönemin öne çıkan başlıklarından oldu. Ankara’da LGBTİ+lar için eylem yasağı devam ederken, polis ODTÜ’deki Onur Yürüyüşü’ne saldırdı; Antalya’da Onur Haftası etkinlikleri yasaklandı, Mersin, İzmir ve İstanbul’da ise polis saldırısı yaşandı.
Kadın düşmanı Süleyman Soylu neredeyse her açıklamasında kadın ve LGBTİ+ları hedef göstermeye devam etti. Soylu, özellikle yerel seçimler döneminde LGBTİ+ları dilinden düşürmeyerek homofobi ve transfobiden nemalanmaya çalıştı. Bir konuşmasında Beylikdüzü Belediyesi’ndeki rakibini kastederek göreve geldiğinde ilk işinin “belediyenin logosunu, LGBT’nin logosuna döndürmek” olduğunu iddia etti ve “kimlerle karşı karşıya olduğumuzu, memleketimizi nereye götürmek istediklerini, nasıl bir sürece doğru yöneltmek istediklerini anlatmak için bunları ifade ediyorum” dedi.
Devamında “Sonra HDP gelecek bir payını alacak, LGBT’si de gelecek bir tarafında olacaklar, onlar gelecek bir tarafında olacaklar, ötekiler gelecek başka bir tarafında olacaklar” derken İstanbul seçim çalışmalarında da “Şimdi bu ekip LGBT dahil olmak üzere İstanbul yönetimine hazırlanıyor. Ben bunu Türkiye için de İstanbul için de bir tehdit olarak görüyorum” diye de ekledi.
Bu açıklamaların ardından yapılmak istenen Onur Haftası yürüyüşlerinin bazıları yasaklandı bazıları ise kolluk güçlerinin saldırısı ile karşı karşıya kaldı. Yasaklanma nedenleri ise alışık olduğumuz gibi; Ramazan ayına denk gelme, kamu güvenliği açısından tehlike, genel sağlık ve ahlaka aykırılık vb.
Onur yürüyüşlerinin bu seneki teması “Ekonomi ne ayol!”du. Konuyla ilgili bir açıklama yapan İstanbul Onur Haftası Komitesi, ekonomik krizin herkes için hayatı daha da zorlaştırdığını vurguladı ve LGBTİ+’lara yönelen fobiyle birlikte bu krizin LGBTİ+’lar için daha da derinleştiğini belirtti.

Açıklamada “LGBTİ+’lar için bugün yaşanan kriz yeni değil! Bizler yıllardır giremediğimiz işlerde, okuyamadığımız okullarda, yaşayamadığımız evlerde, güvencesiz hayatlarımızda bu krizi her saniye durmaksızın deneyimliyoruz.

Bugün kimlik ayırt etmeksizin herkesi mağdur eden bu krizin ekonomik olduğu kadar aynı zamanda politik olduğunu, kendi hayatlarımızdan biliyoruz” denildi.
Açıktır ki çeşitli gerekçelerle onur yürüyüşlerini engellemeye çalışanlar kadın ve LGBTİ+’ları katleden erkekleri sırtlarını sıvazlayarak serbest bırakanlarla aynıdır… Katillere duruşmalarda kravat taktıkları için iyi hal indirimi uygulayanlarla, Hande Kader cinayetini yıllardır çözmeyenlerle, İzmir’de trans kadın Hande Şeker’i katleden ve cansız bedenine cinsel saldırıda bulunanlarla, Didem Akay’ı intihara sürükleyenlerle aynıdır. Devletin LGBTİ+’lara dönük ayrımcı, nefretçi ve cinsiyetçi yaklaşımı, gelenekselleşmiş bir devlet politikası halinde devam etmektedir.
Ancak polis saldırısına karşın sokaklarda olmaktan vazgeçmeyen LGBTİ+’lar tüm baskı ve yasaklara direnmeye devam ediyorlar. Bu yıl da “Her yürüyüşümüz aslında bir onur yürüyüşü” diyerek varoluş mücadelesini sürdürdüler. Ve 20 Kasım günü de İstanbul, Kocaeli, Antalya, İzmir, Denizli daha birçok ilde yürüyüş ve etkinlikler yaptılar.

Şovenizm ve kadın düşmanlığı el ele!

2019 yılı içinde önemli bir gündem ve dönüm noktası da hiç kuşkusuz 31 Mart yerel seçimleri oldu. Seçimler adeta genel seçim havasında gerçekleşti ve R.T.Erdoğan en başından itibaren tüm hazırlık sürecinde doğrudan alanlarda seçim çalışması yürüttü, “küçük ortak” MHP ile birlikte “beka” söylemine sarılarak şovenizmi ve kadın-LGBTİ+ düşmanlığını körükledi.
Bu zaman zarfında da önemli gündemlerden birisi ekonomik kriz oldu. Krizin yaratıcısı olan egemen sınıflar ona bir çözüm bulamadıkları ya da bulmak istemedikleri için her zamanki silahlarına sarıldılar. Derinleşen yoksulluk ve işsizliğin nedenini gizlemek için Kürt, Alevi ve kadın-LGBTİ+ düşmanlığını her cephede öne sürdüler!
Biliyoruz ki, bu sinirlilik hali sistem açısından aynı zamanda büyük bir endişe ve çıkmaz durumundan kaynaklanmaktadır. Sahte bir saadet tablosu, her şey yolundaymış görüntüsü verilmeye çalışılsa da, mücadelenin şu ya da bu şekilde yansımalarının üstü örtülemeyince duydukları öfke, kendilerini ele vermektedir.
Seçimlerin –öncesinde yaşananları bir kenara bıraksak bile– hemen ardından özellikle Kürt illerinde yaşanan tablo, devam eden OHAL durumu, gözaltı, tutuklama ve her türlü eyleme saldırı pratiği korkunun değilse neyin ifadesidir? Korktukça hedef gösteriyor, saldırıyor, tutukluyorlar… Korktukça her türlü saldırıya rağmen alanları dolduran kadın ve LGBTİ+’ları hedef gösteriyor, eylem ve etkinlikleri yasaklıyor; hapishane önlerinde çocuklarının-yakınlarının yaşamı için direnenler vahşice engellemeye çalışılıyor; 70-80 yaşındaki anneleri yerlerde sürüklüyor, kayyımlarla kadın kazanımlarını geri alıyor, Cumartesi Annelerinin eylemini sönümlendirilmek istiyorlar vb.
2019 yılı içinde Kürt halkına saldırıların en önemli ayaklarından biri de Abdullah Öcalan’a yönelik uygulanan ağır tecrit politikasıdır. Kürt ulusuna yönelik imha ve inkar saldırılarının Öcalan’a yönelik tecrit ile iç içe geçmiş durumda olduğu gerçekliği Öcalan’ın üzerindeki tecridin kalkması için başlatılan açlık grevi ve ölüm oruçlarına katılımda somutlanmıştır.

Bu anlamıyla Leyla Güven öncülüğünde başlatılan açlık grevleri dönemin önemli başlıklarından birisidir. 8 Kasım 2018’de başlayan açlık grevi direnişi bir kartopu misali büyümüş ve devlet çareyi 26 Ocak tarihinde Leyla Güven’i tahliye etmekte bulmuş, Güven’in taleplerinin karşılanmadığını vurgulayarak eylemine dışarda da devam edeceğini açıklamasının devamında 26 Mayıs günü direniş sonlandırılmıştır.
Yaklaşık 4 bin tutsağın katılımıyla devam eden açlık grevi ve 30 tutsağın sürdürdüğü ölüm orucu eylemi böylelikle son bulmuştur.

Bu dönemde yapılan destek eylemlerine saldırıların yanısıra özellikle Gebze Hapishanesi’nde tutsak yakınlarına dönük saldırılar devletin Kürt ve kadın düşmanlığının en özet resmi gibiydi. Tutsak yakınlarını önce jopla, daha sonra elleriyle itekleyen polis arkasından da “Yürü, hızlan yürü, hadi yürü’ şeklinde bağırmıştı.
Devletin kadın düşmanı yüzünün belirgin yansımalarından bir tanesi de Kürdistan’da eş başkanlık uygulamasını hedef alarak kadınları özneleştiren belediyelere yönelik saldırılarda kendini göstermiştir. Bu dönemde kayyım saldırısıyla kadınların direnişle elde ettikleri alanlar bir bir işgal edildi. Kadın merkezleri kapatıldı, eş başkanlar tutuklandı vb.
HDP’nin şu ana kadar 31 belediyesine kayyım atanmış durumda. Ve kayyım saldırısında ilk elden kadın kazanımları hedef haline getirilmekte, kadına yönelik şiddet merkezleri-kadın sığınma evleri-kadın yaşam alanları-kadın parkları-kooperatifler kapatılmakta; kadın eş başkanlar görevlerinden alınmakta ve tutuklanmaktadır.
Kadınlar Birlikte Güçlü tarafından yapılan açıklamaya göre 2016 yılından sonra kayyım atanan illerde 50’den fazla kadın kurumunun faaliyetine son verildi. Kadın politikaları daire başkanlıkları ve alo şiddet hatları kapatıldı. Zaten çok azında sığınak varken, belediyelerin mevcut sığınakları ve kreşleri kapatıldı. 8 Mart’ta kadınlara verilen ücretli izin uygulaması kaldırıldı. Eşine şiddet uygulayan belediye çalışanlarına yönelik yaptırımlar kaldırıldı vb.

TC devletinin hedefinde Rojavalı kadınlar var…

TC devleti bir yandan içerde her türlü muhalefeti saldırı ile ezmeye çalışırken diğer yandan da “dış politika”da yeni işgal hareketleri ile Irak Kürdistanı’nda kalıcılaşmanın ve Rojava Devrimi’ni boğmanın hesaplarını yaptı/yapıyor. Uzun bir dönemdir gündemde olan Rojava’ya dönük işgal saldırısı, 9 Ekim tarihinde başladı. “Barış Koridoru”, “Zeytin Dalı”, “Barış Pınarı” vb. adına ne denirse densin tüm bu işgal ve saldırı politikalarının hedefinde aynı zamanda kadınlar ve kadın kazanımları bulunmaktadır.
Daha önce Afrin işgalinde ilk elden kadınların, kadın kurumlarının ve kazanımlarının nasıl hedef alındığını hatırlıyoruz. TC devleti ve çetelerinin işgalinin ardından Afrin’de kadın ve çocuklar için hayat tamamen değişmiş, kadınlar yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkamamaya başlamış ve örtünmeye zorlanmışlardır.

Kaçırılan kadınların sayısı ise tam olarak bilinmemektedir.
9 Ekim 2019 tarihinde başlatılan işgal saldırısı sırasında da işgal edilen alanlarda benzer durumların yaşanmasının yanında Çîçek Kobanê örneği önemlidir. Çîçek Kobanê, 21 Ekim akşamı TC ordusu ve çetelerin Ayn Issa bölgesindeki Mişrefa köyüne saldırısı sırasında bacağından yaralandı ve yaralı haliyle çete üyeleri tarafından kaçırılırkenki görüntüleri basında yer aldı.

Savaşa katılım gerekçesini “Bu çetelerin köy ve kasabalarımızı işgal etmesine ve saygınlığımızı mahvetmesine izin vermeyeceğiz” sözleriyle açıklayan Çîçek’in çetelerin elindeki görüntülerinin yayılması aslında tüm kadınlara bir mesaj niteliğindeydi. Kadınlara dönük bu yaklaşım TC ve çetelerinin kadına yönelik tutumunu açık etmektedir.

Zira sosyal medyada yayılan görüntülerde çete unsurlarının Arapça “Seninle işimizi gördükten sonra başını keseceğiz” ve “Biji Kobani öyle mi?” sözlerini sarfettiği görülüyordu.
Yine kadın düşmanlığına bir diğer örnek de Hevrin Halef oldu. Suriye Gelecek Partisi Sekreteri Rojavalı siyasetçi Hevrin Halef, 12 Ekim tarihinde Qamişlo uluslararası kara yolu üzerinde, Til Temir ile Eyn İsa mevikinde hareket eden konvoyun saldırıya uğraması sonucu hayatını kaybetti. Sosyal medyada Halef’in öldüğü olaya ait görüntüler paylaşıldı. Bu görüntülerde Türkiye destekli çetelerin Halef ve yanındakileri infaz ettiği açıkça görülüyordu.
Daha bu olayın üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden başka bir örnek de Amara Renas oldu. Amara’nın katilleri de aynı. Çeteler, 21 Ekim günü katlettikleri YPJ’li Renas’ın cenazesine işkence ettikleri videoyu sosyal medya hesaplarından paylaştılar.
İşgal saldırısının kadınlar açısından başka bir boyutu da göç dalgası oldu. Büyük bedeller ödeyerek devrimi gerçekleştiren Rojava halkı TC ve çetelerinin yaşam alanlarını hedef alan saldırıları sonucu göç etmek zorunda kaldı-kalıyor.

İnsanların evleri, toprakları talan ediliyor ve ölümle yaşam, gitmekle kalmak arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar. Bu durumdan da yine en çok ve olumsuz etkilenenin kadınlar olduğunun altını çizmek gerekmektedir.

Göç etmek zorunda kalan kadınlar, ailelerinin olabildiğince sağlıklı bir şekilde yaşamına devam etmesi için daha büyük zorluklarla baş etmek zorunda bırakılıyor, mülteci kamplarında her türlü şiddetle karşılaşıyor, tacize-tecavüze uğruyor ve yoksulluğun katmerlisine katlanmak zorunda kalıyorlar.
Suriyeli kadınların Türkiye’deki toplama kamplarında tacize maruz kaldığı, para karşılığı satıldığı haberlerini hepimiz hatırlarız. Bu kadınlar ayrıca gittikleri yerlerde en vasıfsız işlerde, sosyal güvenceden yoksun olarak çalışan ve yoğun biçimde sömürüye maruz kalan kesimi oluşturuyorlar.

Gözaltı ve hapishanelerde işkence ’90’lı yılları aratmıyor…

Bu dönemde devletin kadınlara yaklaşımında öne çıkan başlıklarından biri de gözaltında işkence ve hapishanelerde artan hak gaspları oldu.
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu, kadınların gözaltında maruz bırakıldıkları cinsel saldırı ve tacize ilişkin bir rapor hazırladı.

Rapora göre 1 Ocak -25 Kasım 2019 tarihleri arasındaki dönemde gözaltında 5 kadın cinsel saldırıya, 26 kadın da cinsel tacize maruz bırakıldı. Raporda kadınlara yönelik resmi işkence yöntemlerinin ’90’lı yılları aratmayacak şekilde uygulanmaya devam edildiğinin altı çizilerek çıplak arama, sözlü ya da fiziksel cinsel taciz ve tecavüz ile ilgili başvurular geldiği belirtiliyor.
Süreç içinde öne çıkan örneklerden biri Haziran ayında Riha’nın Halfeti ilçesinde gözaltına alınan ve işkence edilen 51 kişi içerisindeki biri 18 yaşından küçük bir çocuk olmak üzere kadınlara “Dört çocuğun var, beşincisi benden olsun ister misin?” gibi sorular sorarak, meme ve cinsel organlarından elektrik vererek cinsel işkence edilmesiydi.
Diğer bir örnek de DHKP-C üyesi olduğu gerekçesi ile Lübnan’da kaçırılan Ayten Öztürk’e 6 ay boyunca işkence yapılması oldu.
Kadınların şiddete uğradığı alanlardan biri de hapishanelerdir. Gerek hapishane görevlileri tarafından gerekse hastane ve mahkeme sevkleri esnasında kolluk güçleri tarafından fiziksel işkenceye uğrayan kadın tutsakların sayısı artmaktadır. Ancak bu suçlarla ilgili hiçbir soruşturma başlatılmamakta ve cezasızlık nedeniyle sorunlar artarak devam etmektedir. Hapishanelerde kadın tutsakların sayısının gözaltı ve tutuklama saldırısının yoğunluğu neticesinde artması kadın hapishanelerini, hapishanelerdeki çocukların durumunu ve de LGBTİ+ tutsakların yaşadıklarını gündem yapmıştır.
Hapishanelerde yaşanan son saldırı Esin Kavruk örneğiyle Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde oldu. Kavruk, 11 Kasım 2019 tarihinde saç ve tükürük örneği alınması amacıyla Adli Tıp Kurumu götürülmüş, bu uygulamayı kabul etmemesi üzerine 28 Kasım tarihinde rızası olmadan DNA örneğinin alınması için hapishanede kaldığı B-6 koğuşuna çok sayıda robocopla baskın yapılmıştır.

Bu uygulamaya direnen tüm kadın tutsaklara işkence yapılmış, 16 kadın tutsak darp edilerek, koğuştan çıkarılmış ve hücrelere götürülmüştür. Avukatların verdiği bilgilere göre vajinalarına ve bellerine tekme atıldığı için yürümekte zorluk çeken, parmakları kırılan tutsaklar bulunmaktadır.
LGBTİ+ tutsaklar açısından da hapishaneler ayrıca bir işkence merkezine dönüşmüş durumdadır. Dışarıda sürekli şiddetin hedefinde olan translar, hapishanelerde de saldırı politikalarının direkt hedefinde olmaya devam ediyorlar. Ayrımcılık, tecavüz, kötü muamele, hakaret, fiziki ve psikolojik işkence eksik olmamaktadır.

Bu koşullarda direnen tutsaklardan biri de Buse Aydın’dır, Buse 24 yıldır hapishanede tutulmaktadır. Tecrit koşullarında bedeni de tecrit edilmek istenen Buse, Eylül ayında cinsiyet uyumu ameliyatı Adalet Bakanlığı tarafından kabul edilmeyince cinsel organını keserek bu durumu protesto etmişti. Hapishane, adli Tıp Kurumu ve Asli Hukuk Mahkemesi üçgeninde ameliyatının önüne türlü engeller çıkartılan Buse’nin sağlık hakları da gasp edilmiş durumda.
Bu ve benzeri hak ihlallerine karşı mücadele edenlerden biri de Esra Arıkan. Trans kadın Esra, hapishanede yaşadığı hak ihlallerine karşı 29 Temmuz 2019 tarihinde açlık grevine başladı ve taleplerinin kabul edilmesinin ardından eylemini 2 Ağustos günü sonlandırdı.

2019 yılında kadınlar sokaktan hiç vazgeçmedi…

Bu yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bir yandan AKP’nin yerel seçimler vesilesiyle emekçi kesimleri kadın mücadelesi üzerinden ayrıştırmaya çalıştığı bir süreç olurken diğer yandan da kadınların sokakları devletin tüm zorbalığına karşı terk etmemesine tanık oldu. Özellikle 8 Mart gecesi İstanbul-Taksim’de on binlerce kadının devletin tahammülsüzlüğüne karşı direnişi, ısrarı tarihe geçti.
2019 yılı 1 Mayıs’ını da emekçi kadınlar cephesinden kriz, yoksulluk, şiddet ve elbette direniş koşullarında kutladık. İşçi sınıfı ve tüm ezilenlerin; kadın ve LGTBİ+’ların, ezilen ulus ve milliyetlerin, inanç gruplarının çeşitli sloganlarının yankılandığı bir kitlesellik 1 Mayıs’ta alanlara yansımıştır.

Yer tartışmalarından bir türlü sonuçlanmayan İstanbul seçimlerine, egemenlerin kıdem tazminatına göz dikmesinden işsizliğe, 7 binin üzerindeki tutsağın o dönem devam eden açlık grevi ve ölüm orucu eylemine, kadın ve LGBTİ+ cinayetlerine ve şiddete kadar uzanan geniş bir yelpazede gündemlerle dolu olan 1 Mayıs’a önceki yıla kıyasla daha fazla genç ve kadının katılımı olması önemli bir nokta olarak not edilmelidir.

 

Kadınların kurtuluş mücadelesinin önemli bir  dönemeci olarak KKB’nin kuruluşu

Yine 2019 kadınların kurtuluş mücadelesi için önemli bir mevzi yaratma anlamında tarihsel anlam taşıyan Komünist Kadınlar Birliği’nin kuruluşuna sahne oldu. Proletarya Partisi’nin yine tarihsel adımı olan 1.Kongresi’ni gerçekleştirmesiyle Komünist Kadınlar Birliği (KKB) kurulması kararı kadınların kurtuluş mücadelesinde ortaya koyduğu tarihsel bir iradenin beyanı oldu.
Genel anlamda sokaklara çıkmadaki bu artış kuşkusuz, faşist AKP iktidarının uygulamalarına yönelik hoşnutsuzluk ve öfkenin göstergesi durumundadır. Bir bütün AKP iktidarı döneminde kadına yönelik taciz, tecavüz, cinsel istismar, şiddet vb. suçlarda yaşanan artış, iktidar temsilcilerinin dilinden düşürmediği kadın bedeni ve kimliğine yönelik saldırılar,

Şule Çet cinayeti ve devletin cinayet karşısında takındığı tutum, Rabia Naz cinayetinde bir ailenin karşısında devletin tüm birim ve temsilcilerinin kurduğu kirli ittifak, çocuklara yönelik istismar oranlarındaki artış, nafaka tartışmaları, tecavüzcülere af öngören yasa tasarısı vb. kadınların her fırsatta sokakları doldurmasına olmalarına yol açmakta, kadın hareketi tüm saldırı ve tehditlere rağmen toplumun en dinamik kesimini oluşturmaya devam etmektedir.
Tüm bu saldırı ve kaos ortamında devlet bir yandan da kadınların mücadele ile elde ettiği kazanımlara göz dikmiş durumdadır.
En büyük ve ciddi saldırı girişimi nafaka hakkına yönelik olandır. “Boşanmış mağdur babalar” denilen kesimin ortaya çıkmasıyla yapay bir şekilde gündeme sokulan nafaka gaspı, kadınların kazanımlarının “yargı reformu” adı altında yok edilmeye çalışılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Üstelik de bu yapay tartışma neredeyse hemen her gün boşanmak istediği için evli olduğu erkekler tarafından şiddete maruz kalan veya öldürülen kadınların haberleri gelirken yapılmak istenmektedir.

Yalan yanlış bilgilerle toplum yönlendirilmeye çalışılırken iktidar birkaç açıdan durumdan faydalanmaya çalışmaktadır. Bir yandan yapay bir tartışma ile gündem değiştirilirken diğer yandan kadınlar ekonomik cenderenin içine iyice sıkıştırılarak boşanmaların önüne geçilmeye, ekonomik krizin sorumlusu iktidar değil de kadınlara ödenen nafakaymışçasına hedef şaşırtılmaya çalışılmaktadır.
Başka bir gündem de 2016 yılında da gündeme gelen çocukların istismarcılarla evlendirilmesinin önünü açan yasa tasarısı oldu. 2016 yılında kadınların direnişi karşısında devlet bu konuda geri adım atmak zorunda kalmıştı. Ancak anlaşılan o ki, bu yıl geri adım atmak zorunda kaldığı bazı meselelerde bir kez daha şansını zorlamaktadır.
Uygulanmak istenmeyen bir diğer kazanım da “İstanbul Sözleşmesi”dir. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık başlıklarında şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı belgelerden biridir; şiddeti önleyici maddeler içermektedir; ayrıca faillerin cezalandırılması vb. konularda da bütünlüklü bir belge niteliğindedir.

Sözleşme ayrıca ayrımcılık maddesi altında “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği”ne de vurgu yapmaktadır. Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayan ülkelerden olmasına rağmen çeşitli bahanelerle hayata geçmesini engellemektedir.
Özellikle R.T.Erdoğan’ın sözleşmeyi kastederek “Bizim için ölçü değildir” sözlerini sarfetmesinin ardından devlet yetkililerinden tek tek kurumlara kadar geniş bir yelpazede sözleşmeyi hedef alan açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.

Erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması konusunda imzacı olan devletlere pek çok yükümlülük getiren bu sözleşme, doğru bir şekilde uygulandığında kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin engellenmesinde bir adım olabileceği ortadayken; sözde gerekçelerle sözleşmeye saldıranlar, kadınların boşanmasının önüne geçmek için “zorunlu arabuluculuk” uygulamasını getirenler, şiddet uygulayan erkeğe türlü bahaneler bulanlar, kadınları katilleri ile uzlaştıranlar açıktır ki kadın cinayetlerinin önünü açmaktadırlar.

Kadınlar yasak tanımıyor!


Yasak tanımayan kadınların dünyanın dört bir yanında açığa çıkan özgürlük mücadelesi, halk hareketleri içinde birer özne haline gelmeleri, birbirine ilham veren eylemler gerçekleştirilmesine yol açtı.
Örneğin Şilili kadınların “LasTesis” eylemi çok geniş bir alanda kadınları ve kadın hareketlerini etkisi altına aldı. Dünyanın neresinde olursa olsun kadınların erkek şiddetine karşı birlikte güçlü olduğunu gösteren bu eylem ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bir tiyatro topluluğunun dans gösterisi olan Las Tesis’te kadınlar gözlerini bantlayarak ve dans ederek şiddetin politik karakterini işaret ettiler, bireysel olmadığını, münferit olmadığını vurguladılar ve de yargının, polisin, iktidarın rolüne değindiler.

Danslı protestonun Şili’de bu kadar tutulmasının sebeplerinden birisi de ülkede cinsel saldırının kanıtlandığı davaların ancak yüzde 8’inde saldırganın cezalandırılmasıyla sonuçlanmasına yönelik bir tepki niteliğinde olması. Şarkının sözleri kadınların hem sistem hem de devlet tarafından istismar edilmesini ele alıyor ve sadece kadına şiddeti teşhir etmiyor, bununla kalmayıp cinsel saldırılara karşı bir başkaldırı niteliği taşıyor.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi kadınlar ülkemizde de erkek şiddetini çeşitli bahanelerle “haklı göstermeye” çalışan bir sistemle karşı karşıya. Bu şiddetin esasını da cezasızlık oluşturuyor. Kadınları katleden, taciz ve tecavüz eden, şiddet uygulayan erkekler yalan söylüyor, gerekçeler sıralıyor, tasarlıyor, birbirine örmek oluyor, kravat taktığı için iyi halden ya da haksız tahrikten faydalanıyor vb.
Devlet ise İstanbul Sözleşmesi örneğinde olduğu gibi altına imza attığı caydırıcı özellikler barındıran sözleşme vb. uygulanmasını dahi engelleyerek erkek şiddetini körüklüyor, teşvik ediyor.

Sürekli pohpohlanan kadın düşmanlığı, şovenizm, transfobi ve homofobi, kriz ve savaş hali de şiddeti her geçen gün biraz daha yaygınlaştırıyor. Erkeklerse hiçbir şey olmamış gibi çeşitli bahanelerle katliamlarına dair açıklamalar yaparak ya ceza indirimlerinden faydalanıyor ya para cezalarıyla sıyrılıyor ve kadınlara şiddet uygulamaya devam ederek utanmazca hayatlarını sürdürüyorlar.
Özetle çizmeye çalıştığımız bu tabloda, kadınların devletin saldırılarının hedefinde olmasının nedenlerinden biri ataerkinin mevcut sistemin temel dayanakları arasında olması iken, diğeri sisteme ve uygulamalarına dönük mücadelenin en kararlı öznelerinden birinin kadınlar olmasıdır.

Hem tek tek kadın cinayetlerinde hem kadın kazanımlarının gasp edilmek istenmesinde kadınların birlikte güçlü olduğu vurgusuyla yapılan eylemler, geniş bir kesimde yankı bulmakta, umut olmakta, sokağın yolunu açmaktadır. Bu etkinin büyüklüğü, değiştiriciliği ve bulaşıcılığı egemenler açısından rahatsızlığın ana kaynağını oluşturmaktadır.

YDK Kadınların ortaya koyduğu direnişte yerini hep aldı

Yeni Demokrat Kadın (YDK) hem Kadınlar Birlikte Güçlü hem kendi çalışmaları kapsamında güncel politik kadın gündemleri etrafında çalışma yürüterek, patriarkaya karşı mücadelesini sürdürdü.

8 Mart 2019’un çalışmaları ve eyleminin ardından Ağustos sonunda 5. Yaz kampını Aydın Didim’de gerçekleştirerek, bir çok konuya dair verimli tartışmalar yürüttü.
Nafaka hakkının saldırısına karşı yürütülen mücadelenin bir parçası oldu, İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ün kaldırılması değil uygulanması mücadelesi, Kadın Cinayetleri Acil Önle kampanyasının önemli bir parçası olarak çalışmalarını yürüttü. Diğere taraftan 2020 yılının önemli bir gündemi olan ve 8 Mart 2020’de Türkiye’de de selamlamanın ötesine geçecek olan grev tartışmalarında ve komisyonlarında yer alarak sürece hazırlanmaya devam ediyor.

Diğer taraftan tartışmayı derinleştirmek amacıyla kendi Kadın grevi Atölyesi ile konu ele aldı. Ardından Şilili kadınların Las Tesis eyleminin Türkiye’de örgütlenmesi için kadın örgütleriyle İstanbul, İzmir ve Ankara’da eylem için çalışmalar yürüttü.

YDK 2019 yılı içinde yürüttüğü çalışmalarını yazınsal bir metin haline getirmek için hazırlıklarını tamamlıyor.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu