GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Seçimle Gitmeyecekler!

"14 Mayıs seçim çalışmalarımızı, parlamento hedefiyle sınırlamadan, demokratik halk devrimi mücadelemiz için kitlelerle temas etmemizin aracı kılmak, yaklaşan 1 Mayıs için bir olanak olarak değerlendirmek gerekmektedir"

Türkiye gündemi 14 Mayıs’ta “yenileceği” ilan edilen seçime kilitlenmişken, 6 Şubat merkezli depremler sonrasında enkaz altında kalan halkın cenazeleri çıkartılıyor. Resmi açıklamalara göre 50 binin üzerinde gerçekte ise yüzbinlerce insanın katledildiği depremlerin üzerinden bir hafta bile geçmemişken, iktidar “kurtarma çalışmaları”nın bitirildiğini ilan etmişti.

Daha depremlerin yıkıcı etkisi orta yerde dururken, hiçbir şey yaşanmamış, on binlerce insan göz göre göre katledilmemiş gibi seçim tartışılmaya başlanmıştı.

Gözlerimizin önünde cereyan eden ve bizzat yaşayarak deneyimlediğimiz üzere deprem sırasında ve sonrasında halkın yardım çağrılarına yanıt vermeyen, aksine bu sırada “çadır ticareti” yapan ve “sosyal medyaya erişimi” kısıtlayan devletin; enkaz altında kalan on binlerce insana yardım etmediği gibi bizzat sorumlusu olduğu katliamı da, çıkarları açısından “Allah’ın lütfu” olarak gördüğü, deprem sonrası yapılan “ihya ve inşa” açıklamalarından anlaşılmaktadır.

AKP-MHP iktidarının alelacele seçim kararı alması ve burjuva muhalefetin de bu kararı desteklemesinin nedeni elbette toplamda TC’nin içinde bulunduğu durum, ulusal ve uluslararası gelişmelerden bağımsız değil. Yüzbinlerce insanın katledildiği depremler öncesinde, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum, emperyalist kapitalist sistemin krizinin doğrudan etkisiyle yaşanan yüksek enflasyon, kitlelerin alım gücünün düşmesinin yarattığı öfke ve tepki, beraberinde AKP-MHP iktidarını halk nezdinde kendisi için yeniden rıza üretmeye itti. Depremin yarattığı yıkım, iktidar açısından kendi içinde belirli riskleri taşısa da kullanılabilir bir araç olarak görüldü.

Burjuva muhalefet açısından ise gerek ekonomik krizin ağır etkisi ve gerekse de depremin iktidar eliyle bir katliama dönüştürülmesi, kendi iktidarı için kullanılabilir bir gündem olarak görüldü. İktidarı ve muhalefetiyle her iki burjuva kliğinin “derdinin” halkın ekonomik krizle yaşamış olduğu koşullar, depremler nedeniyle katliama maruz bırakılmasının olmadığının anlaşılması gerekir. Her iki burjuva kliği de bir yandan dünya çapında yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı kriz ve fırsatlara, diğer yandan ise ekonomik krizle yoksullaşan ve depremlerle katliama uğratılan halkın tepkisini kendi kliğinin sınıfsal çıkarları arkasına yedeklemek istemektedir.

AKP-MHP iktidarı, yaşananların sorumlusunun “dış güçler” olduğunu iddia edip, ekonomik kriz ve depremin yıkımının ancak ve ancak Erdoğan liderliğinde aşılabileceğini propaganda ederken, seçimler için devlet aygıtının bütün olanaklarını kullanmaktadır. Nitekim iktidar, depremler nedeniyle “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan ettiği 11 ile son olarak 5 il daha eklediğini açıklamış durumdadır.

AKP-MHP iktidarı, içerde bu adımları atarken bir yandan Millet İttifakı adayı CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD emperyalizminin Türkiye Büyükelçisi’yle görüşmesini diline dolar, halk kitlelerinde var olan ABD emperyalizmine tepkiyi oya ve kendi klik çıkarlarına tahvil etmeyi amaçlarken aynı anda ABD emperyalizminin vurucu gücü olan NATO’nun genişlemesi için çabalıyor, Finlandiya’nın NATO üyeliğini meclisten geçiriyordu. AKP-MHP iktidarının sahte anti-emperyalist söylemi aynı anda emperyalist mali sermaye açısından son derece kullanışlı bir memur olan eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i ikna etmeye çalışırken de görülüyordu. İktidarın bir dönem uzaklaştırdığı Mehmet Şimşek isminde yeniden ısrarının nedeni emperyalist mali sermayeye önümüzdeki süreç açısından güvence vermek olarak anlaşılmalıdır.

Burjuva muhalefet kliği ise “beş benzemez”i bir araya getirdiği Millet İttifakı’yla bir yandan halka “yalancı bahar”lar vaat ederken, diğer yandan ise emperyalist kapitalist sistemin önümüzdeki süreçteki yönelimine dair kendi açısından güvenceler vaat ediyor. K.Kılıçdaroğlu’nun daha önceden yapmış olduğu yurtdışı gezilerinin yanında, son olarak Finlandiya’nın NATO üyeliğini meselesinde burjuva muhalefetin destekleme tavrı, bu güvencenin somut kanıtlarından biri olarak şekilleniyor.

 

Türk devleti önümüzdeki yeni sürece hazırlanıyor!

Kısaca iktidarı ve muhalefetiyle Türk hakim sınıfları, 14 Mayıs sonrası sürece hazırlanıyorlar. Bu hazırlık için başta emperyalist mali sermaye olmak üzere, emperyalist kapitalist sisteme “en iyi ben hizmet” ederim yarışı içine girmiş durumdadırlar. Seçimler ve halk kitlelerinden alınacak rıza, bu “temsilciliği” belirleyecektir. 14 Mayıs seçimleri için hakim sınıf mahfillerinde kopartılan fırtınanın özeti budur. Denilebilir ki bu türden bir yorum, Türk hakim sınıflarını ve onların devletini küçümsemektir. Aksine bu somut durum rejimin kuruluşuna ve ardından yönetim pratiğine dair objektif bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır.

Türk devletinin yüzyıllık tarihi bu objektif gerçekliği gösteren sayısız pratiklerle doludur. TC’nin bir devlet olarak ortaya çıkışının emperyalizmle uzlaşma içinde, Bolşevik devrimin etkilerine karşı bir tampon devlet ve olası bir demokratik devrim ihtimaline karşı olduğu unutulmamalıdır. Böyle olduğu içindir ki, Türk hakim sınıflarının devleti her zaman kapitalist sisteme ve onun çıkarlarına göre kendini konumlandırmış, Türk-Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkı, emperyalist mali sermayeyle işbirliği içinde sömürür ve bu hizmeti karşılığında belli bir pay alırken; halkın demokratik ve devrimci mücadelelerini bastırmıştır.

Önceki tarihsel örnekler bir yana örneğin, AKP’nin yine bir ekonomik kriz ve deprem sonrasında ABD emperyalizminden icazet alınarak kurulduğu, Erdoğan’ın ABD başkentinde ve Beyaz Saray’ında ağırlandığı ve yol verildiği bilinmektedir. Erdoğan’ın “deliğe süpürülmemek”ten, “papazı vermeye” uzanan siyasal pratiği, “van minut”le örtülemeyecek kadar ortadadır.

Yine Erdoğan’la somutlaşan ve Başkanlık Sistemi olarak tanımlanan, “Türk usulü başkanlık rejimi”nin emperyalist sermayenin bölgedeki çıkarlarını gözeten bir yönetim olduğu, dahası emperyalistlerin Erdoğan’ın ve TC’nin işlediği suçlara, katliamlara, baskı ve işkencelerine karşı “kaygılıyız”dan ibaret kınama açıklamalarından öteye gitmedikleri bilinmektedir. Dolayısıyla emperyalist sistem için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Bu kapsamda Türkiye gibi ülkelerde seçimler hangi hakim sınıf kliğinin emperyalist mali sermayeyle işbirliği içinde halkı sömürmesi ve ezmesinin belirlenmesine hizmet etmektedir.

Türkiye ekonomisinin emperyalist sisteme göbekten bağımlı yapısı seçim gündemi ve sonrası açısından kilit önemdedir. Bu objektif gerçeklik Türkiye’de yaşanan politik gelişmeleri doğrudan etkilemektedir. Türk hakim sınıflarının iktidarı ve muhalefetiyle politik yönelimi açısından emperyalist sistemin andaki durumu belirleyici önemdedir. Üstelik bu durum sadece yüzyıllık TC faşizmi açısından değil, yarı sömürgeleşen Osmanlı Devleti’nden bu yana böyledir.

Emperyalist kapitalist sistemin, 2008’le başlayan mali krizi, koronavirüs salgını döneminde daha da artmış ve gelinen aşamada sistemin merkez üssü ABD başta olmak üzere banka iflas açıklamaları görülmeye başlanmıştır. Kapitalist sistemin “serbest piyasa” söyleminin koca bir yalan olduğu, İsviçre’de iflas tehlikesi yaşayan bir bankanın halkın vergileriyle kurtarılması örneğinde olduğu gibi bir kez daha kanıtlanırken, emperyalistler arası rekabet Rusya’nın Ukrayna işgaliyle daha bir keskinleşmiş durumdadır.

Rusya’nın Ukrayna işgali birinci yılını geride bırakırken, yaşanan savaşın ABD-AB emperyalistleriyle, Rusya ve arka planda Çin emperyalistleri arasındaki emperyalist rekabetin ürünü olduğu açıktır. Dahası bu vekalet savaşı, Rusya-Çin emperyalistlerini birbirine yakınlaştırırken, AB emperyalistlerini daha fazla ABD emperyalizmine yakınlaştırmış, bu anlamda safları daha da sıklaştırmıştır. Son olarak Finlandiya’nın NATO üyeliği, ABD-AB emperyalistlerinin Rusya’yı çevreleme stratejisini sadece Ukrayna’daki savaşla değil her anlamda sürdürdüğünü göstermesinin yanında, ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinin ürünü olarak Tayvan meselesini kullanması ve Filipinler’de yeni askeri üsler inşa etme anlaşması yapması gibi gelişmeler bu çelişkilerin arttığını göstermektedir.

Dahası Rusya lideri Vladimir Putin’in, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile düzenlediği basın toplantısında Batı’yı, “Ukrayna’ya nükleer nitelikte

olan silah vermekle” suçlaması ve dahası İngiltere’nin Ukrayna’ya yolladıkları Challenger 2 tanklarında “hafifletilmiş uranyum içeren mermilerin kullanılacağını” açıklamasıyla yaşanan gelişmeler, emperyalistler arasında çelişkilerin “nükleer savaş”ta dahil olmak üzere keskinleştiğini göstermektedir.

Emperyalistler arası keskinleşen çelişkinin en önemli bölgelerinden biri olan Ortadoğu coğrafyasında Suriye savaşı, İsrail’in Filistin’e saldırganlığı gibi gelişmeler canlılığını korurken, asıl olarak İran’ın hedeflenmesi planı devrededir. Bu kapsamda bölgede yeni saflaşmalar için diplomatik girişimler, arka kapı diplomasileri gündemdedir. Batı emperyalizmin İran’ı çökertme strateji bağlamında özellikle Kürtler bir müttefik olarak öngörülmekte, Kürt ulusal özgürlük hareketinin devrimci çizgisi tasfiye edilerek, işbirlikçi “Barzani çizgisi” hakim kılınmak istenmektedir.

 

14 Mayıs seçimi önemlidir ancak her şey değildir!

Emperyalistler arası artan çelişki ve yeni sürece hazırlık beraberinde aralarında Türkiye’nin de olduğu, emperyalist mali sermayeye bağımlı ülkeleri doğrudan etkilemekte, bu devletlerin hakim sınıfları önlerindeki sürece hazırlanmaktadır. Kuşkusuz TC devleti “Başkanlık Sistemi” ve “Erdoğan rejimi”yle emperyalist açısından gayet kullanışlı bir aparat işlevi görmüştür. Ne var ki emperyalistler arası çelişkinin artmasına paralel TC’nin bir NATO üyesi olmasına rağmen Putin’le ilişkileri, (NATO silah sistemine uyumlu olmamasına rağmen Rusya’dan S-400 satın alınması, Ukrayna savaşında arabuluculuk gibi kendi boyunu aşan girişimler vb.) başta ABD emperyalistleri olmak üzere AB emperyalistlerinin “Erdoğan rejimi”ne dair soru işaretlerini artırmış durumdadır. Bu durum batı emperyalistlerinin, TC faşizminde hakim sınıf klikleri arasında olası bir iktidar değişimine karşı hayırhah bir tutum takınmalarını doğurmuş görünmektedir. Rusya emperyalistlerinin “Erdoğan rejimi”nin sürmesini istediği, bunun için mali destek de dahil olmak üzere çeşitli girişimlerde bulunduğu ise bir sır değildir.

Türkiye hakim sınıfları göbekten bağımlı oldukları sistemin kendi içinde yaşadığı ekonomik kriz ve emperyalistler arası çelişkinin derinleştiği koşullarda bir dönemin “Milli Şefi” İsmet İnönü’nün “Yeni dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” sözüne uygun bir pratik konumlanma içinde seçime gitmektedir. İçte yaşanan ekonomik krizi ve deprem felaketinin kitlelerde biriktirdiği tepkinin, iktidarı ve muhalefetiyle toptan rejimi hedefleyen devrimci demokratik bir harekete dönüşmesi ve bu anlamıyla olası bir yol kazasına neden olmaması için “seçim” kartını devreye sokmuş durumdadır.

Bu anlamıyla önümüzdeki seçimleri muhalefetteki burjuva ittifakının kazanması durumunda faşizmin başta emperyalizmle ilişkileri olmak üzere, üzerinde yükseldiği zemin değişmeyecek, demokrasi gelmeyecektir. Tersinden Erdoğan’ın seçimleri kazanması durumunda faşizm gelmeyecektir. Unutmamak gerekir ki; TC, AKP-MHP öncesinde de faşizmle yönetiliyordu. Bu açıdan son dönem tartışılan Erdoğan için “seçimle gitmeyecek” söylemi TC açısından anlamsızdır.

Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi, sonuçları kabullenmemesi bir vakıa olarak orta yerdeyken ve bunun için halka yönelik katliam saldırıları başta olmak üzere her türden faşist saldırganlık gerçekleştirebileceği, tarihsel tecrübe ve yakın tarih olarak 7 Haziran-1 Kasım 2015 sürecinde yaşanan pratiklerle tecrübe edinilmişken, seçimi muhalif burjuva kliğinin kazanmasının bir iktidar değişikliğine yol açmayacağı da ortadadır. İktidar iki burjuva kliği arasında seçimle el değiştirecek burjuva iktidarı devam edecektir. Evet bu anlamda seçimle gitmeyeceklerdir!

Durum bu minvaldeyken 14 Mayıs seçimi üzerinden sosyalizm ve hatta devrimcilik adına bu kadar yoğun bir tartışmanın olması, bu çevreler tarafından seçime ve parlamentoya yüklenen gerçekdışı anlamla ilgilidir. Özellikle TİP bağlamında yaşanan tartışmalar, TİP’in üzerinde yükseldiği sınıfsal zemin ve Kemalizm meselesinden ayrı değerlendirilmemelidir. Türkiye’de parlamentonun işlevi rejimin kuruluşundan itibaren nettir. Ki gerçek devrimciler açısından ülkemizde parlamentonun faşizmi maskeleyen bir işleve sahip olduğu açıktır. Bu açıklık elbette bu araçta dahil olmak üzere yasal olanaklardan demokratik halk devrimi mücadelesi açısından yararlanılmayacağı anlamına gelmez. Ancak bu olanaklardan yararlanma meselesi adına taktik stratejiye kurban edilmemelidir.

Seçimler ülkemiz açısından belli bir canlılık yaratması, kitlelerin daha da politize olması, kitlelere gerçek çözüm yolunun propaganda edilmesi vb. açısından önemlidir. Ancak gerçek kurtuluşun yolu olmadığı da bilinmektedir. Bu gerçek orta yerdeyken 14 Mayıs sonrasında “faşizmden kurtulunacağı demokrasi geleceği” propagandası büyük bir yalandır.

Seçim süreciyle birlikte halk saflarında yer alan ilerici, devrimci ve yurtsever güçlerin oluşturduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın aday göstermeyerek, üstü kapalı bir biçimde burjuva muhalefetin adayı K.Kılıçdaroğlu’nu işaret etmesi doğru bir politika olmadığı gibi Yeşil Sol Parti (YSP) çizgisinin savunageldiği 3. Yol çizgisinde geri adım atması ve özellikle Kürt ulusal sorunu bağlamında düzen içi bir çözümün olabileceği liberal hayalleriyle ilgilidir. YSP’nin kimi adayları üzerinden yapılan tartışma, 14 Mayıs sonrası “yeni bir çözüm” süreci beklentisiyle ilgilidir ve bu çizgi HDP’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Hişyar Özsoy, HDP’nin mecliste Finlandiya’nın NATO’ya katılma oylamasına katılmamasına dair “Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşru gördüğümüz için hayır demek istemedik” ifadeleriyle uyumludur. Kuşkusuz bu çizginin yukarıda değindiğimiz emperyalizmin Ortadoğu ve özellikle İran bağlamındaki yönelimiyle ilgisi vardır.

14 Mayıs seçim çalışmalarımızda, “Parlamentonun, halkın kurtuluşu için gerçek bir adres olmaması gerçeğine rağmen demokratik halk iktidarı mücadelesinde bir kürsü olarak kullanılabileceği taktik politikasına uygun olarak işçi sınıfının, emekçi halkın, ezilen ulus, inanç, cinsiyet ve cinsiyet kimliklerinin haklarını savunan YSP adaylarını” destekleme çağrımız, bu kriterlere uygun adaylar için çalışma yaklaşımımızla uyumludur. YSP adayları üzerinden yapılan tartışma bu kriterlerimiz üzerinden değerlendirilmelidir. Bu hakların kazanılması mücadelesi veren adaylar desteklenmelidir.

14 Mayıs seçim çalışmalarımızı, parlamento hedefiyle sınırlamadan, demokratik halk devrimi mücadelemiz için kitlelerle temas etmemizin aracı kılmak, yaklaşan 1 Mayıs için bir olanak olarak değerlendirmek gerekmektedir. Seçim çalışmalarımız demokratik halk iktidarı mücadelesinde örgütlerimiz güçlendirmenin, yeni örgütler kurmanın bir aracı olarak kullanılmalıdır.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu