GüncelMakaleler

POLİTİK GÜNDEM | “Türkiye Yüzyılı”nda: Devrimde Israr Çözümde Isrardır!

Türk hakim sınıfları “Türkiye Yüzyılı” adı altında devletlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken, yüzyıldır bu topraklarda emperyalist sermaye ile işbirliği içinde coğrafyanın talanını sürdürmektedirler.

Sınıflı toplumlar tarihinin günümüze kadar ulaştığı en ileri aşama olan sosyalist toplumun, 1950’li yılların ortalarından itibaren yaşadığı geriye dönüş beraberinde önce Sovyetler Birliği, ardından ise Başkan Mao’nun ölümünden sonra Çin’de kapitalist yolcuların iktidarı gasp etmesini getirdi. 1990’lı yılların başında, modern revizyonizmin yüzündeki “sosyalist” maskesini çıkarması ve Sovyetler Birliği’nin tarih olduğunu açıklamasından sonra emperyalist kapitalist merkezlerde, “tarihin sonunun geldiği”, “sınıflar mücadelesinin bittiği” ve artık tek kutuplu dünyanın olduğu” propaganda edildi.

ABD emperyalizmi “dünyanın tek hakim gücü” olarak kendini ilan etti. Rusya; Sovyetler Birliği’nin yarattığı birikimin üzerinden kendini yeni bir emperyalist güç olarak örgütledi. Çin ise Başkan Mao önderliğinde gerçekleştirilen Demokratik Halk Devrimi ve ardından sosyalizme yürüyüşünün yarattığı değerler üzerinden, kapitalist yolcuların elinde sosyal emperyalist bir ülkeye dönüştü.

Gelinen aşamada -aralarında kimi geçişkenliklere rağmen- iki emperyalist ana kamp şekillenmiş durumdadır. Bir tarafta ABD ve AB, diğer tarafta Çin ve Rusya emperyalistleri. Bu iki emperyalist kamp arasında dünya pazarlarına hakim olma mücadelesi artarak sürmektedir. İki emperyalist kamp ve bu emperyalist kamplara eklemlenen devletler arasında çelişkilerin keskinleştiği, yer yer vekalet savaşları üzerinde mücadelenin kıyasıya sürdüğü bir tarihsel süreç içindeyiz.

ABD ve AB emperyalizminin NATO aracılığıyla Rusya’yı kuşatma stratejisi beraberinde, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini getirdi. Şu anda Ukrayna sahası üzerinde, emperyalist güçler arasında yaşanan hakimiyet mücadelesi olanca şiddetiyle sürüyor. Kapitalist sistemin üzerinde şekillenen bu iki ana emperyalist kampın son “kapışma” alanı Afrika oldu. Batı Afrika ülkesi Nijer’de yaşanan darbe, emperyalistler arası dalaşın son ürünü olarak ortaya çıktı.

Esasen Nijer’de yaşanan darbe, Afrika kıtasında son on yılda yaşanan onlarca darbe ve darbe girişiminin son halkasını oluşturmaktadır ve emperyalist kampların Afrika kıtasının özellikle yeraltı madenlerine el koyma, hammadde talanı mücadeleleri olarak şekillenmektedir.

Kimilerince özellikle Çin emperyalizminin “doğrudan yatırımlarıyla” geliştirdiği ilişkiler üzerinden “yeni sömürgecilik” olarak tanımladığı bu süreç, emperyalizm ve proleter devrimler çağında karakteristik bir özelliktir.

Dünya bir yanda emperyalist kapitalist ülkeler, diğer yanda ise yarı-sömürge, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülkeler olarak şekillenmiş durumdadır. Emperyalist kapitalist sistemin hakim gücü olan emperyalist güçler bir yandan kendi aralarında pazarlar için hakimiyet mücadelesini sürdürürken, diğer yandan özellikle emperyalist mali sermayeleriyle tahakküm altına aldıkları pazarları (“devletleri”) bağımlılık ilişkisi içinde sömürmeyi sürdürmektedirler. Bu sömürüyü yer yer askeri işgaller ve üslerle tahkim etmektedirler.

Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci mücadeleleri, emperyalistleri yeni taktik politikalar geliştirmeye itmiş, doğrudan sömürgeleştirme yerine, faklı sömürü ve hakimiyet politikaları izlemelerini doğurmuştur.

“Yeni sömürgecilik” olarak tanımlan ve esasen yarı sömürgecilik olarak kavramsallaştırılan sömürü ve tahakküm biçiminin, günümüzde örneğin Çin emperyalizminin izlemiş olduğu sömürü ve tahakküm politikasından özde bir farkı yoktur. Temel mesele dünya pazarlarını cebren ya da “güler yüzlü” paylaşmak, tahakküm altına alarak sömürmektir.

Son olarak Batı Afrika ülkesi Nijer’de yaşanan darbe ve sonrasında yaşanan tartışmalar, gerçekte emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu pazarları paylaşım mücadelesinin dünya genelinde tüm hızıyla sürdüğünü göstermesinin yanında, bu hakimiyet mücadelesinin kapitalist sistemin ekonomik krizini daha da derinleştirdiğini, kriz derinleştikçe dünya çapında milyarlarca insanın en temel gereksinimlerine ulaşmasını daha da zorlaştırdığını ifade etmek gerekir.

Tersi de doğrudur, emperyalist kapitalist sistem kendi doğasına içkin olan krizleri aşmak için, hakimiyet altına alıp sömürecek daha fazla pazara ihtiyaç duymakta, bu ihtiyaç rakip emperyalist güçlerle kıyasıya bir rekabeti getirmekte, bu ise beraberinde ekonomik krizlerini daha da derinleştirmektedir.

Derinleşen bu ekonomik krizin ve emperyalistler arasında artan hakimiyet mücadelesinin yeni bir paylaşım savaşına (III. Emperyalist Paylaşım Savaşı) yol açıp açmayacağı belirsizliğini korumakla birlikte, halihazırda dünya çapında yaşanan gelişmeler ve yerel düzeyde yaşanan “vekalet savaşları”, silah sanayinin kapasite artışı ve konvansiyonel silahların gelişimi nedeniyle halihazırda sonuçları itibariyle “bir dünya savaşı” kadar etki yapmaktadır.

Son olarak Rusya’nın Ukrayna işgalinde “nükleer silah kullanımı” tehditlerinin yanında NATO’nun “uranyumlu mühimmat” ve “misket bombası” gibi emperyalistlerin kendi yasalarında dahi yasakladığı silahların kullanılması gibi gelişmeler, emperyalistler arasında silahlı mücadeleye dönüşen çelişkinin geldiği aşamaya dair iyi bir örnektir.

Emperyalistler arası artan çelişki ve emperyalist kapitalist sistemin mali krizi beraberinde emperyalist kapitalist merkezlerde “yeni sağ” denilen, ırkçı ve faşist hareketlerin önünün açılmasına neden olmakta, “yeni Hitler”ler ortaya çıkmakta ve bu faşist partilerin hükümet kurma ya da hükümet ortağı olmasına yol açmaktadır. Bu ise ırkçı, göçmen, kadın ve LGBTİ+ düşmanı söylem ve pratiklerin artmasına yol açmaktadır.

Yeni sürecin ürünü olarak “demokrasinin beşiği” olduğu ilan edilen ülkelerde insanlığın en temel haklarına dahi saldırılar gündeme getirilmektedir. Örneğin İngiliz emperyalizmi, ülkeye kaçak yollarla gelen mültecileri uzak bir adaya göndermeyi tartışmakta ya da “yüzen hapishaneler” inşa ederek göçmenleri buralarda esaret koşuları altında tutmaktadır.

“Türkiye Yüzyılı”: Geçmişin güncellenmesi!

Bu gelişmelerin coğrafyamızdaki sınıf mücadelesini doğrudan etkilediği bir gerçektir.

Emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu duruma paralel olarak coğrafyamız hakim sınıfları kendi sınıfsal çıkarlarını da önceleyen bir tutum içindedirler. Coğrafyamız hakim sınıfları, bir yandan emperyalist kapitalist merkezlerde gündeme gelen ırkçı, faşist söylem ve pratikleri kendi çıkarları açısından yeniden güncellemekte, diğer yandan ise “krizleri fırsata çevirmek” istemektedirler.

Örneğin emperyalistler arası dalaşın doğrudan bir ürünü olarak ortaya çıkan işgal savaşları ve askeri müdahaleler, milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmekte ve mülteci durumuma düşürmektedir. Türk hakim sınıfları ise “belli bir para karşılığında” mültecilerin Avrupa’ya geçmesini önleme görevini üstlenmektedir. AB emperyalistleriyle göçmenler için yapılan “geri kabul anlaşması”na şimdi de İngiliz emperyalizmiyle yapılan anlaşma eklenmiş durumdadır.

AKP bir yandan ülkeye gelen mülteciler için “ensar muhacir kardeşliği” propagandası yaparken diğer yanda ise mültecileri bir şantaj aracı olarak kullanmakta, AB emperyalistlerinden “yardım” adı altında mali kaynak koparmaktadır. Emperyalist merkezlerden alınan bu mali yardımların göstermelik bir kısmının sığınmacılara harcandığı, önemli bir kısmının ise iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıf kliğinin daha da zenginleşmesi için kullanıldığı ortadadır.

Öte yandan Türkiye kapitalizminin göçmenleri ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak istihdam ettiği ve deyim yerindeyse iliklerine kadar sömürdüğü de bir gerçektir.

Kısaca gelinen aşamada TC faşizmi göçmenlerin Avrupa’ya geçmesini önlemek adı altında AB’den para almakta, İngiltere örneğinde olduğu gibi “özel operasyon odaları” kurmaktadır. TC, ikinci yüzyılına girerken, bir yandan “batı tarafından kıskanılırken” diğer yandan ise bu kez emperyalistlerin jandarmalığının yanında gardiyanlığına da soyunmuş durumdadır.

Benzer durum ekonomik kriz için geçerlidir. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik kriz, emperyalizmin yarı sömürgesi olan ülkeleri daha derinden etkilemektedir. Türkiye gibi ekonomisi daha kurulduğu günden itibaren emperyalist mali sermayeye bağımlı olan ülkelerde, hakim sınıfların uyguladığı politikalarla ekonomik kriz daha derinden yaşanmaktadır. Bunda örneğin AKP’de temsil edilen hakim sınıf kliğinin daha da zenginleşmek için devreye koyduğu “özel politikalar” da etkilidir.

R.T.Erdoğan’ın faiz söyleminden, kur korumalı mevduat sistemine kadar bir dizi uygulama, “yandaş burjuvaların” devlet aygıtını daha da zenginleşmelerinin aracı olarak kullanıldı. Bu politikalar sonucunda hakim sınıflar bütün klikleriyle daha da zenginleşirken halk daha da yoksullaşmış durumdadır.

Gelinen aşamada Türk hakim sınıfları “Türkiye Yüzyılı” adı altında, ikinci yüzyıllarına girerken ekonomik olarak “üç sente muhtaç” durumdadır. Ekonominin başına “emperyalist sermayenin kayyımı” olarak Mehmet Şimşek atanırken R.T.Erdoğan Ortadoğu’da Körfez ülkelerinde “varlık satışı yaparak döviz aramak”tadır!

M.Şimşek “ekonomide rasyonel politika” diyerek 50 yabancı yatırımcıyla otel lobilerinde toplantılar yaparken ekonomik krizi işçi ve emekçilere fatura etmektedir. Doğrudan ve dolaylı vergilerde yapılan artışın ardından hemen her şeye yapılan zamlar, krizin gerçek yükünün halka fatura edilmesinin yanında hakim sınıfların rasyonel politikasının ne olduğunu da göstermektedir. Her şey bir yana işçi ve emekçiler için en temel gereksinim olan ekmeğe ve ulaşıma yapılan son zamlar gelinen aşamada “Türkiye Yüzyılı” adı altında halkın içine düşürüldüğü durumu özetler niteliktedir.

Türk hakim sınıfları “Türkiye Yüzyılı” adı altında devletlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken, yüzyıldır bu topraklarda emperyalist sermaye ile işbirliği içinde coğrafyanın talanını sürdürmektedirler.

Son olarak Muğla Akbelen’de gündem gelen maden sahası açmak için orman katliamı Türkiye kapitalizminin yüzyıllık pratiğidir. AKP döneminde doğa ve çevre katliamındaki artış bir yandan bu kliğin hızlı zenginleşme arzusunun, diğer yandan teknolojide gelişimin vb. etkisiyle ilgilidir.

Kısaca yüzyıldır bu topraklarda Türk devleti emperyalistlerle işbirliği içinde yeraltı ve yer üstü kaynaklarının sömürüsünden ve özellikle hammadde talanından pay almaktadır.

 

Devrimde ısrar, örgütlenmede ısrardır!

28 Mayıs seçim sonuçlarının ardından Türk hakim sınıfları ikinci yüzyıllarına AKP’de temsil edilen hakim sınıfların çıkarlarını önceleyen bir şekilde girecekleri netleşmiş durumdadır. AKP’nin önümüzdeki süreçte “Türkiye Yüzyılı” adı altında başta “sivil anayasa” olmak üzere kendi politik gündemini uygulamaya çalışacağı ve “milli ve manevi değerler” adı altında uygulayageldiği pratikleri devam ettireceği açıktır.

Seçim sonuçlarıyla birlikte “faşizmin kurumsallaşacağı” gibi TC tarihinden ve gerçeklerden kopuk değerlendirmelerin yapıldığı bir ortamda, burjuva muhalefeti tam bir bozgun içerisindedir. Şimdi yerel seçimlerde kazandığı mevzileri kaybetme derdine düşmüş durumdadır. Başta CHP’de yenilenme çağrıları olmak üzere “ıslık çalıp, top çevirmekte”dir.

Seçim sonuçlarının R.T.Erdoğan’ın kazandığının açıklanması üzerine özellikle muhalif halk kitlelerinde -seçimlere yüklenen misyonla doğru orantılı olarak- umutsuzluk ve hayal kırıklığı gözleniyor. Bu tablonun ortaya çıkmasında özellikle devrimcilik adına seçimleri ve sandığı bir kurtuluş yolu alarak propaganda edenlerin de sorumluluğu vardır.

Seçim sonrasında ilericilik ve devrimcilik adına özellikle burjuva hakim sınıf kliği adayı K.Kılıçdaroğlu’nu destekleme çağrısı yapanların; seçimler ikinci tura kaldığında Kılıçdaroğlu’nun ırkçı faşist kimliği açık olanlarla yaptığı pazarlık ve protokol açığa çıkınca tepkileri daha da arttı.

Burjuva muhalefetin sınıfsal niteliğini hatalı değerlendirmenin doğal bir ürünü olarak ortaya çıkan ve burjuva muhalefetin adayını bir “kurtuluş” olarak propaganda eden bu taktiğin gerçekte, halkın sisteme muhalefetini hakim sınıf kliklerine yedekleme siyaseti olduğu net olarak görüldü.

Seçim sürecinde halka çözüm yolu olarak propaganda edilen bu “umudun” altı boş ve hatalı bir taktik olduğu gerçekte halkın öz gücüne dayanmak gerektiğini ifade eden ve bunu “hiçbir burjuva adaya oy yok” olarak formüle edip çalışma yürüten ilerici, devrimci güçler oldu. Bugün özellikle burjuva muhalefete yedeklenen ilerici muhalefet içinde yaşanan moral bozukluğu da bilinmelidir ki geçicidir. Tek başına Akbelen direnişi bile halkın muhalefetinin burjuva muhalefetinin ilerisinde konumlandığını göstermektedir.

Dünya çapında yaşanan gelişmeler ve özellikle emperyalistler arasında yaşanan pazar mücadelesinin giderek keskinleştiği, kapitalist sistemin ekonomik krizinin derinleştiği koşullarda burjuvazi “çözüm” olarak yeniden “yeni sağ”, “neo faşizm” gibi adlandırmalarla yeniden faşizmi gündemleştirdiği koşullarda, bu gelişmelerin doğrudan coğrafyamızdaki sınıf mücadelesini de etkileyeceği açıktır.

Türk hakim sınıfları uluslararası planda yürütülen bu gerici ideolojik saldırıyı “yerli ve milli manevi değerler” ambalajıyla pratikleştirmektedir. Kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve elbette (hiçbir ilgisi olmadığı halde, Rusya’nın Ukrayna’ya işgaliyle daha da artırılan) komünizm düşmanlığına, coğrafyamıza özgü olarak, Kürt, Ermeni, Alevi… eklenmektedir.

Yüzyıllık faşizm kendini ikinci yüzyılına hazarlarken, kendinden olmayana, kendine biat etmeyene yönelik saldırganlığını da güncelleştirmekte, başta işçi sınıfının artı değer sömürüsü olmak üzere kapitalizmin aşırı kar hırsının sonucu olarak ekolojik sistemi yağmalama saldırısını artırmaktadır.

Türk hakim sınıfları bu koşullar altında yeni yüzyıllarına hazırlanırken demokratik devrimde ısrar etmek, bunun için kararlı ve ısrarlı bir bicinde örgütlenme faaliyetini yürütmek önemlidir. Önemlidir çünkü coğrafyamızda Türk, Kürt uluslarında, ezilen milliyet ve inançlardan işçi sınıfının, kadınların, LGBTİ+ların, kısaca ezilen halkın sömürüden ve baskıdan kurtuluşu; doğanın talanına son vermenin tek yolu demokratik devrim mücadelesinden geçmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu