GüncelManşet

“Tekin kaya parçası gibiydi, Maviş’in gözleri zaten bir dünyaydı”

Tekin Arslan’ı iş ve mücadele arkadaşı Remzi Yılmaz’dan dinliyoruz:

Yine gelmişti 10 Ekim haftası…

Barışa gönül vermiş 102 canımızın ölümsüzleştiği, vicdanı olan insanların yüreklerinde asla silinmeyecek izler bırakan o katliam gününün üzerinden neredeyse 2 yıl geçmişti. Bense, o 102 candan sadece birini; bir inşaat işçisi, iyi bir baba, iyi bir eş ve benliğinin en küçük parçasına dek iyi bir devrimci olan, İnşaat İşçileri Sendikası kurucularından Tekin Arslan’ı, yakın bir dostu ve gönül verdiği mücadelede kol kola yürüdüğü yoldaşı Remzi Yılmaz’dan dinlemeye gidiyordum.

Yoldayken, omuzlarımda ne soracağımı bilmememin ağırlığı, hakkında çok şey duyduğum fakat kanlı canlı olarak sadece bir kez gördüğüm bir devrimci hakkında öğreneceklerimin heyecanı vardı. Tanımlayamadığım bir telaş içindeydim. Onu gördüğümde Adnan Yücel Kültür ve Sanat Derneği’nin kırmızı masasında oturmuş, el kol hareketleri ve gür sesiyle, hararetli bir şekilde bir şeylerden bahsediyordu. Nelerden söz ettiğini duyamasam da heyecanını ve gözlerinde parlayan inançlı ışığı görmüştüm; hayatımda ilk kez duymadığım bir şeye ikna olmuştum. Tekin Abi’nin gözlerinden çıkan o inanç, beni ikna etmişti.

Bu düşünceler içerisinde buluşacağımız yere varıyorum. Remzi Abi elimi naif bir şekilde sıkıyor. İlk söylediği şey, “İşin doğrusu ben de kimse bana ne Tekin Abi’yi ne de Maviş’i sormasa diyordum. Çok duygulanıyorum, böyle nefesim, göğsüm daralıyor onları anlatırken” oluyor. Anlatmadan, sadece bahisleri geçtiğinde bile boğazına bir yumru oturduğunu söylüyor.

Tekin abinin hayat arkadaşı Nebahat Abla’ya yaptığımız ziyaretten bahsediyorum. Remzi abi onun ve çocukların nasıl olduğunu soruyor, ben de iyiler diyorum. Nebahat Abla onları hesap sorma duygusuyla yetiştiriyor diyorum, ama asla kinle değil. “Yaptığımız şeyler, söylediğimiz doğrular, inandığımız değerler doğrultusunda biz zaten o kadar vahşi olamayız. Biz kimseye bomba bağlayıp bir yerlerde patlatmayız. Kafa kesmeyiz. Bizim ayrı bir hesap sorma yöntemimiz elbette ki vardır” diyor Remzi abi.

 

“Kaya parçası gibi derler ya, tabir-i caizse, o öyleydi”

Aklımdaki tüm soruların uçup gittiğini anlamış olacak ki derin bir nefes alıp Tekin abiyi anlatmaya başlıyor. Sınıf mücadelesi için ne kadar önemli bir değer olduğundan bahsediyor “Bütün benliğiyle, yaşamıyla bu mücadelenin içerisindeydi” derken… Devrimcilik, Tekin abinin yaşamının ana iskeletini oluşturmuş hep. “Kaya parçası gibi derler ya, tabir-i caizse, o öyleydi. Eylemlerde, söylemlerle, kaya parçası gibi en önde dururdu” diye ekliyor. Öncüymüş, öndermiş, Remzi Abi’ye onu kaya parçasına benzettiren bu gücünü saf devrimcilikten alırmış. Eylemlerde hep en başta dururmuş, sesi ise zaten üç beş megafon yutmuş gibiymiş.

“Biz şantiyelerde çalışırken tanıştık, insanların ruhunun birbirine hitap etmesiyle… Herkesin aklında aynı şey vardı” diyor. Şantiyelerde birlikte çalışmaktan sınıf mücadelesi içinde birlikte yer almaktan ne kadar keyif aldığını anlatıyor.

Bir konu hakkında mutabık olamayıp tartıştıkları çok olmuş, ama ikisi de yaptıkları her şeyin sınıf mücadelesinin çıkarına olduğunu bildikleri için, ortak paydada buluşmuşlar hep. Bir gün bile birbirlerini kırmamışlar. Sendikadan önce kafa olarak birbirlerinde örgütlülermiş, Sendika kurulduktan sonra ise en baştan başlayıp her şeyi ilmek ilmek beraber örmüşler. “Her şey ilkti işin doğrusu. Bağımsızdı, kendi yönetimini, kadrolarını kendi içinde, şantiyelerden çıkartıyordu. Bütün üyelerini birebir inşaat işçilerinden çıkarttı. Bu çok önemli, değerli.”

Sendikanın ilk kurulduğu zamanları anlatırken gözleri parlıyor Remzi Abi’nin. Ne kadar büyük emek verdiklerini ve sendikanın gün be gün gelişimini anlatırken sürekli “muhteşem” kelimesini kullanıyor.

Bana anlattığı süreç hızla akarken birden duraksıyor, o kara günün gelip çattığını anlıyorum. Güzel bir rüya görürken bir kabusa geçiş yaptığı yüzünden okunuyor. “Ama birdenbire kurucu kadronun yarısı ortadan kayboldu. Katliamı takip eden zamanlarda her şeyi çok garipsiyordum. Çünkü hayatımızın bir parçasıydı o arkadaşlar, yan yana olmasak bile sürekli birbirimizden haberdardık, kim nerede biliyorduk” diyor.

10 Ekim 2015 gününü anlatmaya başlıyor. “Söz konusu Türkiye’deki halkların barışı olduğu için arkadaşlarımız koşarak gittiler. Özellikle Tekin abi gitmek konusunda çok ısrar etti. Konuşmalardan sonra gidilmesi kararı aldık ama ne yazık ki gidenler bu vahşete maruz kaldılar” diyor. Benim aklıma ise Tekin Abi’yi gördüğüm o an geliyor. Acaba o anda, mitinge gitme isteğini mi dile getiriyordu diye düşünüyorum.

“Patlama olmadan 10 dakika öncesinde Serdar’la telefonda konuşuyorduk. ‘İyi gidiyor, toplanmalar var, kalabalık’ diyordu. 7-8 dakika konuştuk, ben de işe gidiyordum, arabadaydım. İndim, işyerine yürüdüm gittim baktım herkes panik halinde. Ankara’da patlama olmuş. Hemen telefona sarıldım, Maviş’i aradım. Telefonu kapalıydı. Tekin abi’yi aradım, onunki açıktı, çaldı çaldı ama açmadı. Ben de telefonu olan bütün arkadaşları aradım ulaşamadım hiçbirine. Tekin abi’yi çok aradım telefonu çalıyor da cevap vermiyor diye düşündüm. Defalarca aradım Tekin abiyi. Hiç açmadı”. Gözleri doluyor.

Uzun bir sessizlik oluyor.

Sessizlikler, yani söylenecek şeylerin tükenmesi bana çoğunlukla umutsuzluğu çağrıştırır. Remzi abi, “Ne duygusallıkla söylüyorum ne de klişe olsun diye ama ne Tekin abi ne de Serdar benim için ölmemiştir. Gerçekten, ben mücadele yürüttüğüm her anda onları yanımda hissediyorum. Çoğu zaman eylemler esnasında orada onlarla bir şeyler müzakere ediyormuş gibiyim. O yüzden ölmüş kabul etmiyorum onları” diyerek bu umutsuzluğu dağıtıyor. Gerçekten de alanlarda onları yanında hissettiği o kadar belli ki, onları mücadelesinde yaşatma isteği o kadar güçlü ki, umut doluyorum. Kararlılıkla, “Asla bu yoldan vazgeçmeyeceğiz, bir kere başladık örgütlülüğümüze. Belki bizden devralanlar da olur. Ama sürekli bizim ve onların söylemleri, faaliyetleri yer bulacak. Biz ancak bu faaliyetlerimizle onları yaşatabiliriz. Onlara bunu borçluyuz da diyebiliriz” diyor.

Aklımdaki soruyu soruveriyorum, “Tekin abi oradan dönseydi sence bugün ne yapıyor olurdu?”

“Tekin Abi’de hiç geri adım yoktu işin doğrusu. Yapılması gereken şeyi anında yapıyordu” diyor. Bu karakter yapısı dolayısıyla onun da mücadeleden asla kopmayacağını bırakıp gitmeyeceğini, hatta mücadeleyi yükseltmek için daha da fazla çaba sarf edeceğini söylüyor. “Ben ölseydim Tekin abi de belki bugün burada olurdu” diye de ekliyor.

“Keşke böyle olmasaydı” diyorum istemsizce. Yaptığımız işin bir gerekliliği olarak böyle şeylere hazırlıklı olduğumuzdan bahsediyor. Muhatabı bildiğimizi, düşmanı çok çok iyi tanıdığımızı anlatıyor.

Yine uzun bir sessizliğin ardından, konumuzun dışında birkaç şeyden bahsediyoruz. Birbirimizin yüzünde hafif gülümsemeler görüyoruz. Remzi abi hemen Tekin abinin ne kadar eğlenceli biri olduğundan dem vuruyor. “Sürekli konuşan, espiri yapan, gülen, eğlenmeyi de seven biriydi. Mesela inşaatta çalışırken birimizin ağzından bir şarkı çıktı, mırıldanmaya başladık. Hemen, ’hadi kalkın oynayalım’ diyordu”. Halay çekiyorlarmış. Ama işe geri döndüklerinde çok disiplinliymiş, çalışkanmış, yaptığı her işi hakkıyla yaparmış.

 

“Maviş’i anlattıklarında bir Sovyet devrimcinin hayatını okuyormuş gibi oluyorum”

Nebahat Abla’ya yaptığımız ziyarette Tekin abinin eskiden tahta maket yaptığını söylemişti, becerikliydi deyince aklıma bu geliyor, Remzi abiye bunu söylüyorum. Gülerek, “Onu Nebahat Abla’yı kendine aşık etmek için yapmıştır.” diyor.

Gözleri arkamızdaki masaya kilitleniyor, burada Maviş ve Tekin abiyle çok oturmuşlar. Gözünde canlandırdığını anlayabiliyorum çünkü gülümsüyor. “Ama çok özlüyorum onları. İnsan dile dahi getiremiyor” derken sesindeki naiflik, benim de gözlerimin dolmasına neden oluyor.

Bana Maviş’i de anlatmak istediği çok belli, nitekim anlatıyor da. “Mavişi tanımalıydın. Arkadaşlar anlatır, anlatıyordur. Maviş’in özellikleri çok daha fazlaydı. Ben dahil faaliyet yürüten arkadaşların hepsinden çok daha fazla özellikliydi. Yaşam tarzıyla, paylaşım anlayışıyla, doğru siyasetiyle… Türkiye Devrimci Hareketi’nin çok önemsemesi gereken bir kadroydu. Bütün yaşamıyla, attığı her adımla, çorbasına attığı her kaşıkla bile… Çok daha ileriydi Maviş. Sendikanın var olmasında en büyük emek onundu” diyor. Tekrar tekrar Maviş’i tanımam gerektiğini söylüyor.

Nişan alınmış gibi, en iyilerimizin böyle birdenbire ortadan kaybolmasını çok garipsiyorum. “Aynen öyle. Yerleri kolay kolay dolmayacak arkadaşlar. Türkiye’nin sadece 50-100 yıllık geçmişine baksak bile bu arkadaşlar 100 yılda bir çıkan arkadaşlar. Ben böyle bakıyorum, o yüzden çok önemsiyorum. Zaten birbirinin yerini dolduracak gibi bir durum söz konusu değil ama onların karakter yapıları, çalışma aşkları, ısrarcılıklarının yeri asla dolmayacak.”

Sadece arkalarından anlatılanlarla bile bir Sovyet devrimcinin hayatını okuyormuş gibi hissettiğimi söylüyorum. “Kesinlikle bağlı oldukları kuruma bağlı kalarak değil, işçi sınıfının çıkarı hangi yöndeyse ona göre politika ve duruş sergilerlerdi. İşçi ne görüşte olursa olsun ortaklaşabiliyorlardı. Bu aslında mücadeleyi alttan örmekti. Birlikte çalışma yürüttüğümüz dönem boyunca yaptığımız her şeyden çok memnundum, hiçbir pişmanlık duymadım. ‘Keşke şunu yapmasaydım, bunu yapmasaydım’ demedim. Hep, ‘iyi ki de yapmışız’ dedim. ‘İyi ki o arkadaşlarla bunları yaşamışız’. Yeri geldiğinde çok çok keskindik, yeri geldiğinde çok uzlaşmacıydık. Yeri geldiğinde taşeron dövdük, yeri geldiğinde polisten dayak yedik. Böyle bir ruh toplumda sürekli karşılık bulabiliyordu, bu yüzden bunu hep korumalıyız.” diyor heyecanla.

Maviş’ten bahsetmeye, Sirkeci’deki bir eylem anısını anlatarak devam ediyor: “Sirkeci’de postane önünde eylemdeydik, içeri girmeye çalışıyoruz. Polis de bırakmıyor. Zor kullanmaya başlamışlardı ki Maviş orada müthiş bir çıkış yaptı, kolay kolay kimsenin yapamayacağı bir çıkış… Polise döndü parmak salladı. Dedi ki ‘Sen silahına güveniyorsun ama o silahı da alacağız senden!’ Polis hiçbir şey diyemedi, üstüne bile yürüyemedi. Maviş ufak tefekti ama yüreği vücudundan büyük bir adamdı öyle diyeyim.” Sesinin tonunda büyük bir hayranlık vardı. “Çok yürekliydi, cesaretliydi. Ama öyle kör cesareti değil, cesaretini mantığıyla hareket ettirirdi.”

Ondan bahsedince konu tabii ki gözlerine geliyor. “Maviş’in gözleri zaten bir dünyaydı. İnsan içinde kayboluyordu inan ki” diyor ve tekrarlıyor, “Çok güzel gözleri vardı.”

Gözlerinden bahsedince ferahlamış olacak ki “Var olması bile ortama ferahlık, aydınlık getiriyordu” diye de ekliyor. Aklına bir anı daha geliyor, İnşaat İşçileri Sendikası’nın meclis konuşmasıyla ilgili bu seferki. “Bu anımız, aslında ne kadar temiz, ne kadar samimi bir örgütlenme yaptığımızın göstergesiydi” diyerek konuşmaya başlıyor. “Meclise gittik, gittik eyvallah ama kim konuşacak? Biraz mikrofona yabancı bir yapıyız, işçi olmamızdan, bürokrasiye gönül vermemizden kaynaklı… Önayak olan ben olduğum için sürekli bana pasladılar. Ben de hastayım, gribim, burnumdan konuşuyorum ama burnumdan bile ses çıkmıyor. Salona gidene kadar da kimin konuşacağı belli değildi. Salona girdik, mikrofonun başına geçtik ama hala belli değil kimin konuşacağı. Herkes birbirine bakıyor. En sonunda Maviş’i sıkıştıra sıkıştıra öne çıkarttık. O kadar hazırlıksız olmasına rağmen gerçekten çok iyi konuşmuştu…” Bunları anlatırken neredeyse her cümleden sonra gülüyor.

Bu seferki uzun sessizlik hüzün yüklü olmuyor. Remzi abi son kez söze giriyor, gözlerinde hala az önceki gülümsemelerinin parıltıları dolaşıyor. “Tekin abi de, Maviş de, hepimizde, hatta tanıştığı herkeste büyük izler bıraktı. Onlar, sadece İnşaat İşçileri Sendikası’nın veya Alınteri’nin değil Türkiye Devrimci Hareketi’nin çok büyük değerleriydiler. Herkes onlara saygı duymalı, görmeli, sahip çıkmalı, merak etmeli. Bilenler anlatmalı. Çünkü onlar herkesin savaşçısıydılar.”

İkimiz de, bu duygu yüklü sohbetin sona ermek üzere olduğunu hissediyoruz. Birbirimize, kalbimizin, ölümsüzleşen yoldaşlarımızın anısını sakladığımız en derin yerinden teşekkür ediyoruz. Bir daha görüşmek, onlardan yeniden bahsetmek üzere vedalaşıyoruz.

Ve ben bu satırları yazarak; kavga uğruna düşen, göğü fethe çıkan devrimcilerin arkasından yazılmış sayfalara birkaç tane daha ekliyorum. Anılarını mücadelemde yaşatıyorum.

Ne Tekin Abi’nin, ne Maviş’in ne de ölümsüzleşen diğer barış güvercinlerinin ardından konuşulacaklar, yazılıp çizilecekler, anlatılacaklar asla bitmeyecektir. (Alınteri)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu