GüncelMakaleler

YORUM | “Yeni” Sınıf: Prekarya ya da İdeolojik Savruluş

"Standing’in “prekaryası”, N.Poulantzas’ın “yeni küçük burjuvası” aslında proletaryadan başkası değildir. Ayrı sınıf gibi gösterilmeye çalışan işçi sınıfının üyelerinin üretim içindeki yerleri çok nettir"

Küçük burjuvazinin ideolojik savruluş örnekleri çoktur. Özellikle emperyalist burjuvazinin neo-liberal politikalarıyla beraber küçük burjuvazinin ideolojik savruluşları, onu iyice işlevsiz ve bel kemiksiz bıraktı. Doğa boşluk tanımadığı gibi sınıflar arası mücadele de ideolojilerde boşluk tanımıyor.

Proletaryanın ideolojik olarak yetersiz ya da zayıf kaldığı yerde, burjuva ideolojisi başka bir kılık altında yani işçi sınıfı adına küçük burjuvazinin ağzından -ama burjuva ideolojik kökenli- ortaya çıkıyor ve boşluğu doldurmaya çalışıyor.

Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” kitabı çıktığında da “çoğunluk” bir moda olmuştu. Küçük burjuva kesimler proletarya yerine “çoğunluk” kavramını kullanmayı tercih etmişti. Şimdi de Guy Standing’in “Prekarya Yeni tehlikeli Sınıf” kitabındaki görüşlerini yani proletarya yerine prekarya tanımlamasını “moda” yapmaya çalışıyorlar. Yakında yeni bir kavram daha çıkması da olası. Örneğin, “işçilerin yerini yapay zekalı işçiler alacak” diyenler de “elveda proletaryacı”ların devamıdır. Küçük burjuvazi, o zamanda ona sarılacaktır büyük olasılıkla. Sınıfsal yapıları gereği tutarlı bir dünya görüşleri olmadığı için küçük burjuvazinin sık savurulması da kaçınılmaz oluyor. Burjuvazi ile proletarya arasında gidip geliyor.

Prekarya, özünde güvencesizlik demektir. Yani işçilerin güvencesiz (sendikasız, sosyal haklarından yoksun, esnek çalışma vb.), iş garantisi olmayan, her an kapı dışarı edilebilecek iş ortamında çalışmasıdır.

En azından Prekarya ismini ortaya atanlardan biri olan Standing kitabının girişinde, prekaryayı böyle (güvencesiz) tanımlıyor. Prekarya yazarı G.Standing, bu tanım içine aldıklarını tam olarak nereye oturtacağını bilememiş. Buraya bazı alıntılar aktaralım:

Prekarya ‘işçi sınıfı’ ya da proletaryanın bir parçası değildi. Proletarya denildiğinde akla uzun dönemli, istikrarlı, sabit-zamanlı ve ileriye dönük olarak çalışan işçinin ne kadar ve nasıl ilerleyebileceği açıkça belli olan işlerin bulunduğu, sendikalaşmanın olduğu, kolektif sözleşmelerin yapıldığı, ebeveynlerin iş unvanlarını anladığı, isimleri ve özellikleri bilinen yerel işverenlerin bulunduğu bir toplum akla gelir.”(1)

Proletaryayı böyle tanımlayan Standing, doğru bir tanım yapmıyor, yapamıyor. Esas olan işgücünü belli bir ücret karşılığında kapitaliste satanı unutarak “istikrarlı, sabit-zamanlı” bir çalışma süreci içinde olanları “proleter” olarak adlandırarak gerçeği saptırıyor.

Kapitalist toplumun işçi sınıfı için bir güvencesizlik toplumu olduğu, “Üretimin durmadan devrimcileştirilmesi, bütün toplumsal koşulların altüst oluşu ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırdeder.” Bu net olarak ortaya konmuştur.

Güvencesizlik, iş garantisinin olmaması, uzun bir süre aynı yerde çalışamama, işçilerin oradan oraya savrulması, iş için doğdukları yerlerin terk edilmesi, şehir şehir dolaşmalar, uzun süre işsiz kalmaları, sendikasızlaşma, sendikalaşmak isteyince işten atılmalar ya da atılma tehditleri vb. bugüne özgü olmayıp kapitalizmin tarihi boyunca var olan gerçekler ve olgulardır. Proletarya güvencesiz, en altta olan, ezilen, sömürülen ve hiçbir üretim aracına sahip olmayandır. Nedense bu gerçekler unutularak ya da atlanarak kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak iş bölümlerinin artması, çeşitlenmesine bağlı olarak işçi sınıfı içindeki değişimler, işçi sınıfından ayrı bir kategori ya da ayrı bir sınıf, katman tanımlanmasına gidiliyor, gidilmeye özel bir önem veriliyor.

Uzun süreli işsizlik bugüne özgü olmayıp toplumsal bir sistem olarak kapitalist üretimin bir ürünüdür.

Kapitalizmin geliştiği İngiltere’sinden Engels’i dinleyelim:

“… açlıktan ölümler yalnızca tek-tük, yarın sıranın kendisine gelmeyeceği konusunda, emekçinin ne güvencesi var? Ona kim çalışma güvencesi veriyor, şu ya da bu nedenle patronu ya da ustası yarın onu işten çıkarırsa, onun eline bakanlarla birlikte, birileri ‘kendisine ekmek verinceye’ kadar yuvarlanıp gidebileceğine kim kefil oluyor? Çalışmaya istekli olmanın iş bulmaya yeteceğini, dürüstlüğün, çalışkanlığın, verimliliğin ve burjuvazinin salık verdiği öteki erdemlerin gerçekten mutluluğa giden yol olduğunu kim temin ediyor? Hiç kimse. O biliyor ki, yalnızca bugün elinde bir şey var; elinde avucunda yarın bir şey olup olmayacağı kendisine bağlı değildir. O biliyor ki, her esinti, patronun her kaprisi, işlerdeki her kötü gidiş, kendisini, yalnızca geçici olarak kurtardığı girdaba onu yeniden fırlatıp atabilir ve orada başını suyun üstünde tutmak güçtür, hatta çoğu zaman olanaksızdır. O biliyor ki, bugün geçinecek birkaç kuruşu olsa da yarın olacak mı olmayacak mı belli değildir.”(2)

Prekaryayı tanımlayanlar ile Engels’in bu anlatımı arasında fark yoktur. 180 yıl önce de sorunun özü buydu ve bugün de işçi sınıfının yaşadıkları dünden farklı değildir. Kapitalizmde “güvenceli iş” olmaz, olamaz. Bu sermaye birikimi kuralına terstir. 1900-1950 yılları arasında da bu böyleydi ve 1950-2000 yılları arasında da ve 2000’den sonra da aynı güvencesizlik devam etmektedir. Bu aynı zamanda işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesine bağlıdır. Daha doğrusu işçi sınıfının bu konuda haklarına sahip çıkmak ya da haklarını geliştirmek için verdiği mücadeleyle doğrudan bağlantılıdır.

Özellikle II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra işçi haklarında bir yükselme olmuştur. Bunun esas nedeni, dünya çapında sosyalist mücadelenin yükselmesi, sosyalist ülkelerin artması ve bundan kaynaklı olarak işçi sınıfının ideolojik olarak moral ve dinamik yapısının artmasıdır. Burjuvazi bu süreçte işçi sınıfının mücadelesi karşısında gerilemiş ve işçilerin sınıf mücadelesi daha baskın gelmiştir. Ve işçi sınıfının mücadelesi, salt bu sınıfla sınırlı kalmayıp küçük burjuva kesimleri ve özellikle yüksek okul (üniversite) gençliğini de kucaklamıştır.

Kapitalist toplumda, işçi sınıfının haklarının ileri ya da geri düzeyde olması, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin boyutu belirler. Yani işçi sınıfının kendi haklarına sahip çıkması ve de ilerletmesi için burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin yükseltmesi gerekir.

Standing, “Sanayi vatandaşlığı kapsamında emeğe dair güvenceler” sıralamış.

Tam istihdam; makro düzeyde gelir getirici fırsatlar,

İstihdam Güvenliği; Keyfi işten çıkarmalara karşı koruma,

İş Güvenliği; istihdamda belli bir mevki elde etme fırsatı,

Çalışma güvenliği; Güvenlik ve sağlıkta yapılan düzenlemeler, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, iş kazalarına ya da iş nedeniyle ortaya çıkan hastalıklara karşı koruma, kadınlar için gece işi ve düzensiz çalışma saatlerine yönelik düzenlemeler,

Vasıfların yeniden üretiminin güvenliği, Çıraklık ve istihdam eğitimi,

Gelir Güvenliği; Asgari ücret mekanizması, gelir sınıflandırılması, kapsamlı sosyal güvenlik vs.

Temsil güvenliği; Bağımsız sendikalar ve grev hakkı gibi...”(3)

Bu hakları olanları proletarya safında görürken bunlardan yoksun olanları ise prekarya saflarında değerlendiriyor. Oysa bu haklar, her zaman kalıcı olmamıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi sosyalist ülkelerin varlığı döneminde ve de işçilerin aktif mücadele ettiği süreçte bu hakların kazanımları söz konusudur. Burjuvazi, hiçbir şekilde bu hakları kendiliğinden işçilere bahşetmez. İşçiler, burjuvaziye karşı mücadele ederek bu hakları kazanırlar.

Bugün de bu haklar bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Özellikle yasalarda, kağıt üstünde vardır. Ancak, çoğu zaman uygulanmazlar. Örneğin AB ülkelerinin çoğunda bu haklar yasal olarak vardır ancak aynı şekilde, bu hakların uygulanmamasını getirecek ve burjuvaziye kolaylık sağlayacak yasalarda vardır.

 

Güvencesizliğin genişletilmesi

Marx, Kapital Cilt 1’de “Kapitalist Birikimin Genel Yasası” bölümünde şunları yazar: “Ama, aslında bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisinin genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir işçi nüfusunu, bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.”(4)

Çelişkili gibi gözükse de, sermaye birikimi için işçiyi üreten burjuvazi, sermayenin genişlemesi için işsizler ordusunu da artan ölçüde üretir. “Prekerya” yeni bir olgu değil, kapitalist üretimin başından beri vardır ve kapitalizmin genişlemesine ve gelişmesine bağlı olarak da artar.

Ve Marx ekler: “Demek oluyor ki, modern sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını devamlı olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor.”(5)

Demek ki, “istikrarlı, sabit-zamanlı…” iş kapitalizmde olmazmış. Dün de yoktu, bugün de yoktur ve kapitalizm var olduğu sürece olmayacaktır da.

Kapitalizmde “tam istihdam” diye bir şey olmaz. Mutlaka işsizler kervanı olur. İşsizler kervanı olmazsa, kapitalist işçiyi “disiplin”e edemez, kendi koyduğu ücret koşulları altında çalıştıramaz.

Kapitalizmin hiçbir döneminde “istihdam güvenliği” olmamıştır. Sendikaların kazanımları sonucu bazı haklar kazanılsa ya da işten atmalar zorlaştırılsa da burjuvazinin işçiyi işten atması için yasal düzenlemeler konmuştur. İşten atılmalar sonucu burjuva mahkemelere baş vuran işçiler genellikle işe geri dönemezler. Mahkeme kararlarının çoğu işçi aleyhine çıkar.

Ama öbür yandan da sermaye birikimi için kapitalistin işsizler ordusuna gereksinimi vardır. Yeterli işsizler kervanının olmadığı yerde azami kâr gerçekleşemez.

Marx, fazla işçi nüfusu içinde şunları söyler: “Fazla işçi nüfusu, birikim ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır.”(6)

1980 öncesi “istihdam güvenliği” var diyenlerin kapitalizmin tarihini ve kapitalist üretim ilişkilerin nasıl işlediğinden ya haberleri yok ya da bilinçli olarak çarpıtarak bilmezden gelme yöntemini seçiyorlar. Marx, kapitalist üretim biçiminin varlık koşulunun “işsizler” ordusu olduğunu söylüyor. Prekarya yazarları ise kapitalist üretimin bu karakteristik olgusunu “yeni bir şey”miş gibi bizlere sunmaya çalışıyor.

Kapitalizm, periyodik olarak en az her on yılda bir krize girer ve bu kriz dönemlerinde binlerce işçi işsiz kalır, işsizler ordusuna katılır.

Kapitalist-emperyalist dünyanın “1929 Buhranı”, bütün kapitalist ülkeleri derinden etkiledi ve milyonlarca işçi işsiz kaldı.

Almanya’da Naziler, yoğun işsizliği kullanarak iktidara geldi. 1929-1933 arası, işsizler ellerinde ya da göğüs ve sırtlarında “Nehme jede Arbeit Art” yazılı plaketler taşırlardı. Yani “ne iş olsa yaparım abi” gibi… Ya da boyunlarına “Hallo! İch suche Arbeit” (Merhaba! İş arıyorum) yazılı plaket taşıyan kadın ve erkek işsizler her yerde idi.(7)

Almanya’da 1921’de 350 bin işsiz varken, 1929 yılına gelindiğinde yaklaşık 2 milyon ve 1933 yılında ise 5 milyon 580 bine çıktı. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, Naziler iktidara gelene kadar Almanya’da güçlü bir komünist partisi ve güçlü bir işçi hareketi vardı. Bu durum bile işçilerin işten atılmalarının önüne geçemedi.

“İş güvenliği” ya da “istihdam güvenliği” bu mu?

Aynı durum ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde yaşandı. “İstihdam güvenliği”, “işten atılmama garantisi” bu ülkelerde de yoktu ve hiçbir zamanda olmadı ve kapitalizm koşullarında işçilerin iş garantisi olamaz. Bu sermayenin birikim ilkesine terstir. Sermaye birikimi, işsizliği şart koşar.

1929 emperyalist dünya ekonomik krizinin 1933’lerden itibaren yavaşlaması ve yeniden normale dönmesiyle birlikte işsizlikte azalmıştır. Alman emperyalizmi yoğun bir savaş hazırlığına girerek, işsizliği neredeyse sıfırlamıştır. Yani, 1921’lerdeki düzeyden de daha aşağılara indirmiştir. Naziler kitlesel desteği, -baskı yanında- işsizliği neredeyse sıfır noktasına getirerek kazanmıştır.

Sermaye, Nazi iktidarı sayesinde muazzam bir ucuz artı-değer kaynağı elde etmiştir. Alman sermayesine Alman işçileri de yetmemiş, hapishane ve toplama kamplarına doldurdukları komünistleri, Yahudileri, demokratları, Çingeneleri bedava ve ölümüne çalıştırarak savaşa hazırlanmışlardır. Nazi sermayesi böyle savaşa hazırlanmıştır.

Kapitalist ekonominin normal dönemlerinde işsizlik genelde azalır. Ama durgunluk ya da kriz dönemlerinde işsizlik artar. Bu bağlamda kapitalizmde “istihdam güvenliği” aramak boşunadır. Bunun tersini iddia eden, bilerek kapitalizm gerçekliğinin çarpıtmaktadır.

  1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ve 1970 krizine kadar dönem, kapitalizmin yükseliş dönemidir. Ve işsizlik oranı düşük olduğu gibi kapitalistler dış istihdam eksikliğini dış ülkelerden işçi ithal ederek karşılama yoluna gitmişlerdir. Almanya bunlardan birisidir.

Almanya’da işsizlik oranı 1975’te % 4.7 (yani 1 milyon 100 bin) iken, 1980-1990 arası ortalama % 8 düzeyinde olmuştur. 1990-2007 arası ortalama % 10’ların üzerine çıkmış ve 2005 yılında en yüksek seviyesine çıkarak % 13 olarak gerçekleşmiştir. 2008-2020 arası ortalama % 7’ler düzeyinde olmuştur. Korana krizinin yaşandığı 2020 yılında işsizlik % 6.5 (2 milyon 700 bin) olarak gerçekleşmiştir.(8)

Demiryolları, Lutfhansa, Deutsche Bank, Continental vb. gibi büyük firmalar çok fazla işçi çıkarmışlardır. Yani sendikalı ve iş garantisi olan büyük tekeller en fazla işçiyi işten çıkarmışlardır. Bu da en küçüğünden en büyüğüne kadar kapitalist işletmelerde iş garantisinin olmadığının yalın göstergesidir.

 

Asgari ücret meselesi

Standing’in, “sanayi vatandaşlığı”nın bir belirtisi olarak, yasal olarak “asgari ücret belirlemesi” ise hemen hemen bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde var ve bu uygulama olmayan ülkelerde de giderek yaygınlaşmaya başladı. Örneğin Türkiye’de asgari ücret belirlemesi yasal olarak 1969 yılından beri uygulanıyor. İlk asgari ücret belirlemesi 1969 yılında uygulandı ve 1973 yılında ise yasal hale getirildi. 1974 yılından itibaren asgari ücret düzenli olarak belirleniyor.

“Asgari ücret” belirlemesi, 1890 yılında Avusturalya ve Yeni Zellanda’da uygulanmaya başladı ve 1928 yılında ise ILO’nun kabul etmesiyle yaygınlık kazandı. Ancak, asgari ücret belirlemesinin yasallaşması, bunun her ülkede dört dörtlük uygulandığı anlamına gelmiyor. Belki büyük işletmelerde uygulanıyor, ama, ABD’den AB’sine, Japonya’dan Çin’e kadar bütün ülkelerde küçük işletmelerde daha düşük ücretle işçi çalıştırıldığı bilinen bir gerçektir.

Standing ve bu görüşte olanlar, anlaşılan, kapitalist ülkelerde işçi lehine olan kanunların tam olarak uygulandığını varsayıyorlar. Standing, kendi ülkesi İngiltere’yi incelese, orada asgari ücret yasası olmasına karşın bunun küçük işletmelerde uygulanmadığını kısa bir araştırma ile görebilirdi. Örneğin haftada ortalama çalışma saati 41.4 (bazı kaynaklar bunu 48 saat olarak belirtiyor) olan İngiltere’de orta ve küçük işletmelerde 12 saatten fazla işçi çalıştırıldığı bilinen bir gerçektir.

Kadınların doğum izni ya da bazı ülkelerde babalar da doğum izni alabiliyor ve yine yasal olarak yıllık en az üç hafta izinler mevcut. Ancak bunların kullandırılıp kullandırılmadığının önemlidir. Büyük işletmelerde bu tatillerin kullandırıldığı ama bazılarında ücretli olurken bazı işletmelerde ücretsiz de olduğu bilinen bir gerçektir.

Sendikalaşma ise 1980’lerden sonra bütün ülkelerde gerilemiştir. Özellikle burjuvazinin neo-liberal ekonomik politikasını uygulamaya geçmesiyle birlikte işçi sınıfı üzerinde baskılar daha da artarken, kazanılmış olan demokratik hak ve özgürlükleri de kısıtlanmıştır.

İşçi sınıfı hakların gaspına karşı direnişler örgütlemesine karşı tam olarak başarılı olamamıştır. Örneğin Avrupa’da en aktif mücadele Fransız işçilerinden gelmiştir. Yine de birçok hakkı kaybetmişlerdir.

 

Proletarya neden farklı tanımlanmaya çalışılır?

Standing’in “prekaryası”, N.Poulantzas’ın “yeni küçük burjuvası” aslında proletaryadan başkası değildir. Ayrı sınıf gibi gösterilmeye çalışan işçi sınıfının üyelerinin üretim içindeki yerleri çok nettir. Üretim araçlarından yoksun ve sadece meta olarak satmak için işgücüne sahiptirler. İşgücünü satacak kapitalist bulamayınca bu insanlar proletaryanın en savunmasız kesimlerini oluştururlar. Yani, işsizler ordusuna katılırlar.

Peki, neden proletaryanın kapitalist toplumdaki bu durumu, “farklı sınıf” olarak yorumlanmaya çalışılır? Neden sık sık “proletarya artık ortadan kalktı” denir? Ama neden burjuvazi ortadan kaldırmazlar ya da burjuvaziyi farklı sınıf bölümlerine ayırmazlar?

Aslında bunların ideolojik kaynağı, Max Weber olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Statücü yaklaşım ve MLM sosyal bilimlerden uzak burjuva sosyal bilim etrafında dönüp dolaşınca, işçi sınıfını özünde yok sayarlar.

Lenin burjuva sosyal bilimciler için şöyle der:

Marx’ın öğretileri uygar dünyanın her yerinde, ‘Marksizmi·zararlı bir mezhep’ olarak gören tüm burjuva bilim çevrelerinin (resmi ya da liberal olsun) en büyük nefretini ve düşmanlığını çekmektedir. Zaten bundan başka bir şey de beklenemezdi, çünkü sınıf mücadelesine dayanan bir toplumda ‘tarafsız’ bir sosyal bilim olamaz. Tüm resmi ve liberal bilim, öyle ya da böyle, ücretli köleliği savunur, oysa Marksizm bu köleliğe karşı amansız bir savaş ilan etmiştir. Ücretli köleliğe dayanan bir toplumda bir bilimin tarafsız olmasını beklemek; fabrikatörlerden, sermayenin karını azaltıp işçilerin ücretlerini arttırmanın gerekip gerekmediğini değerlendirirlerken tarafsız olmalarını beklemek kadar budalaca bir saftıktır.”(9)

Sınıflı bir toplumda “tarafsız” bir bilim olamayacağı için, işçi sınıfının dünya görüşünün karşısında yer alanlar, Marksizm’in en temel öğretisi olan sınıf mücadelesi ve onun öznesi olan işçi sınıfının da karşısında yer alıyorlar. Standing ve onun ülkemizdeki “sol” liberal takipçileri de bu saflaşmada bu tanımlamanın içinde yer alıyorlar.

İşçi sınıfının bölmeye çalışan diğer küçük burjuva ve liberal aydınlar ve yazarlar gibi, “yeni sınıf prekarya”yı öne sürenlerde, kapitalist toplumda Marksist sınıf tanımlamasının oldukça uzağındadırlar. Bilinen burjuva liberallerin “orta sınıf” tanımlaması ve Weberci burjuva liberal statücülerdir.

Küçük burjuva liberal aydınlar, MLM’nin en temel sınıf öğretisini ya çarpıtıyorlar ya da anlamazlıktan gelerek burjuvazinin işine gelecek bir şekilde proletaryayı bölmek için özel bir çaba harcıyorlar.

Prekarya yazarı söylemek istediğini açıklıyor: “İşçi sınıfının sonunu Andre Gorz (1982) çok önce yazmıştı.”(10)

Andre Gorz, proletaryayı öldürünce Standing gibi burjuva liberallere de yeni sınıf yaratma görevi düşüyor!!!

1- Guy Standing, Prekarya, Yeni Tehlikeli Sınıf, s. 20, İletişim Yayınları, 5. Baskı 2019

2- Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu, s. 69, (Türkçe çevirmenler, işçiyi emekçi diye çevirmeye çok meraklılar. Bu, çevirenin dünya görüşüyle doğrudan bağlantılı. Oysa, kitabın İngilizce özgün adı: “The Conditionof the Working-Class in England”, Doğru çeviri; “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” . İngilizce’de emek labor’dur-ÖG.)

Ayrıca belirtmek gerekir ki, Paul Lafargue’nin “Tembelik Hakkı”da Fransa ve genel anlamda Avrupa’daki işçi sınıfının durumunu çok iyi anlatan eserlerden biridir.

3- Age, s. 26

4- Marx, c. 1, s. 668, Sol Yayınları, Birinci Basım

5- Marx, age, s. 671

6- Marx, Kapital, c. 1, s. 670

7- www.dhm.de/arbeitlose-in-deutschland-1921-1932 (1921-1932 arası Almanya’da işsizlik)

8- www.statistik.arbeitsagentur.de/De/Navigation/Fachistaistiken/Arbeitsuche-Arbeitslosigkeit-Unterbeschaeftigung (Almanya İş Ajansı Kurumu İstatistikleri)

9- Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni, Seçme Eserler 11, s. 13, İnter Yayınları

10- Marx-Engels, Komünist Manifesto, s. 49, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı

 

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu