GüncelManşet

Alınlarında sevdanın, direnişin ve zaferin yazgısını taşıyanlara…

“Benim dermanım devam

Benim en temiz havam

Yoldaşım vurulmuş

Koy gedim anacan”

Yoldaş… Yoldaşlık… Evet, zor tanımlar, ağır tanımlar, yüreğimizin en derinindeki tanımlar… Başka hiçbir yerde bulamadığınız sevgiyi barındıran tanımlar. Başka kimseye veremediğiniz sevgiyi verdiğiniz tanımlar. Bir de bu anlama somutluk kazandıran, onu daha da güzelleştiren insanlar… Gözleriyle size her şeyi anlatanlar, ellerinin sımsıkı kavramasıyla dertlerinizi avuçlarının içine alıp, yerine bir kelebeğin sevecenliğini koyanlar, mutluluklarınızda kahkahalarınızı yakalayıp kendisininkileriyle harmanlayanlar… Yoldaşlarımız, yoldaşlıklar… Yeryüzünde, tarif edilmeyen duyguları yaşatan tanımlar… Yoldaşlık, başka hiçbir yerde sahip çıkılmayana sahip çıkmaktır, sevgisizliğe alışmış olana sevgi verebilmektir, canınızı ortak yolda birleştirip dönüşsüz yolculuğa çıkardıklarınız…

Gerilla alanında daha başka bir anlama bürünür yoldaşlık. Bir ses duyunca, sakince ne olduğunu anlamak için beklerken, göz göze geldiğiniz insan, düşmana vururken son saniyede gözlerine bakıp güç aldığınız insan, üzüldüğünüzde gözlerine bakıp yalnız olmadığınızı hissettiren, düşman mermileri altında kaldığınızda göz göze gelip sessizce bakışlarla direnme sözleri verdiğiniz insan… Dermanınız devanız, en temiz havanız… Gerillada, her an yoldaşınızı kaybetme riskiyle karşı karşıyasınızdır. Bugün beraber güldüğünüz, sofraya oturduğunuz, türkü söylediğiniz insan, ertesi gün sofradan eksilebilir. Bunun zorluğuysa tahmin edilmez ağırlıktadır. Sonra, başlarsınız onun türkülerini mırıldanmaya, anılarını anlatıp ağlamaya-gülmeye… Sofradaki eksik, zamanla tamamlanır, daha fazlalaşır. Ve böyle sürüp gider bu döngü… Yani gerillada yoldaşlık, çok daha güçlü hissedilir ve bir yoldaşınızın kaybı yüreğinizin en derinindeki o olgunun bir parçasının kopması anlamına gelir.

Yaprakların boynunu büktüğü, yavaş yavaş renklerinin sepyalaştığı, soğuğun ince kampetimizin altından hafifçe kendini hissettirdiği, gök delinircesine yağmurların yağmaya başladığı bir sonbahar günü, 21 Ekim 2015… Karanlığın onların mermileriyle yırtıldığı gün, sessizliğin onların sloganlarıyla yarıldığı gün… Ve üç yoldaşımızın, üç yiğit kardeşimizin toprağın derinliklerine kök saldığı gün… Kobra helikopterleri gidip geliyor Ovacık’a, haberlerde üç “teröristin” öldüğü söyleniyor, ancak hiçbir şey bize yoldaşlarımızı kaybettiğimizi düşündürmüyor. Sonra, o haberi alıyoruz. Üç yoldaş… Ovacık’ta… Pusuda… Şehit düştüler… Son cümle yankılanıyor kulaklarımda.

İçimden, çöküp ağlamak geliyor yapmıyorum, sonra dönüp diğer yoldaşlara bakıyorum “dik durmak lazım, bir bekle” diyorum kendime, “tamam yoldaşlar, bekleyin bir haber alalım, belki doğru değildir, sakin olalım” diyorum kendi ağzımdan çıkana kendim de inanmayarak. Sonra “acaba hangi yoldaşlar?” sorusu geliyor aklımıza. Sabırsızlıkla bekliyoruz büyük cihaz saatini. Her zaman eylem haberleri için heyecanla beklediğimiz o kara kurutan bu sefer hangi yoldaşlarımızı kaybettiğimizi öğrenecektik. Ve büyük cihazın o hışırtılı telsiz sesleri arasında, başlıyor bilgi veren yoldaş; Ünal diyor, Yurdal diyor, Sefkan diyor… Her bir isimle saplanıyor kalbimize bir bıçak, düğümleniyor ses tellerimiz, doluyor yavaş yavaş gözlerimiz. Ve sonra, devam ediyor konuşan yoldaş; bir yoldaş diyor, sabaha kadar işkence yapılmış diyor, direnmiş diyor sloganları her yanda yankılanmış diyor… Evet, sepsert oluyor bir an yüreklerimiz, öyle bir öfke doluyor ki bütün vücut hücrelerimize, tahmin edilemez. Gerilmiş bir yaydaki ok gibi her yoldaş düşmana doğru fırlamayı bekliyor sanki… Kalkıyoruz cihazın başından herkeste bir sessizlik, gözler dolu. Yoldaşları düşünmeye başlıyorum kafamda, tartışmalarını, son hallerini, süreçlerini, gözlerini… Alıp başımı Yurdal yoldaşla çokça adımladığımız patikalara gidiyorum, çok sevdiği kuşburnu ve alıç ağaçlarının dibine gidip oturuyorum. Bir an “Süphan dağı” türküsünü mırıldanırken buluyorum kendimi… Daha, çok zaman geçmemişti buralarda gezeli, oturup faaliyete dair sohbet edeli, tartışalı…

Gözlerinden gülüşü, yüzünden inancı eksik olmayan güzel yoldaşıma…

“İnançtır bu tanı yavrum

Sevdadır pırıl pırıl

Demire tırnakla

Duvara kanla yazılı”

Yurdal yoldaş… “İlk yoldaşım”, o anlamı ilk anladığım, yoldaşlığın güzelliğini ilk tattığım insan… Gerilla alanında örgütlendikten sonra da ilk kaybettiğim yoldaş oluyor… Ne tesadüf… O güzelliği bana ilk tattıran insan, o acıyı bana ilk hissettiren insan oluyor, ikisi de aynı kişi…

Gazete bürosuna gitmiştim, daha küçüktüm, neyle karşılaşacağımı, nasıl insanlarla tanışacağımı çok merak ediyordum. Devrimciler, kafamda ulaşılmaz insanlardı. Onlarla ne konuşacaktım, ne diyecektim hepsi beni kaygılandırıyor, kafamı karıştırıyordu. Bütün kaygıların içinde kendimi büroda bulmuştum. Evet, iki kişi var oturuyor biri Yurdal… Hemen, ayağa kalkıp, öyle sıcak bir merhaba diyor ki kaygılarımı biraz olsun azaltıyor. Epey konuşuyoruz, tartışıyoruz. Kafamdakileri soruyor, Partizan’a nasıl baktığımı, İbrahim yoldaşla ilgili ne düşündüğümü… Sonra, bir daha da peşimi bırakmıyor. Çünkü bir insanın dahi örgütlenmesi, bir insanı dahi kaybetmemek onun için çok önemli. Gelişmemiz lazım, ilerlememiz lazım… Kafası, bunlarla dolu… Ve her yerde o karşıma çıkmaya başlıyor. Okul çıkışında, dershane kantininde, eylemlerde… Bitmek bilmez bir ikna çabası ve örgütleme isteğiyle dolup taştığı belli. İrademe de saygı gösteriyor. Büyük bir insan gibi alıp karşısına tartışıyor, küçümsemiyor. Toplumda, gerçekten bağımsız bir birey olarak ilk kez değerlendiriliyorum.

Kafamda, birçok karışıklık varken ideolojik anlamda, onun bu tavırları beni örgütlenmeye ikna ediyor. Ve işte yoldaş olmaya başlıyoruz onunla… Sonra uzun zaman beraber yürüttüğümüz faaliyet, tutuklanması dışında hiç ayrılmadığımız dokuz yıl, yaşadıklarımız, tartışmalarımız, çelişik düştüğümüz, birbirimizi anlamadığımız süreçler, yoldaşlığımızı güçlendirdiğimiz, birlikte örgüte yöneldiğimiz, eylemlere kafa yorduğumuz zamanlar… Hepsi gözümün önünden sırayla geçiyor bu yazıyı yazarken tekrar.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce, rüyamda görüyorum onu, “yine inançlı, yine sevdalı, yine savaşçı”. O rüya, ilham veriyor ve öyle başlıyorum yazıya. Sanki, hala rüyadaki gibi karşımda, gerçek, burada gibi…

“Hayatımızı dolu kılan şeyler, aynılaştığı oranda yoldaşlaşırız” ve aynılaştığı oranda yoldaşlaştık. Hakkını vermek gerekirse, ondan çok şey öğrendiğimi söylemek gerekiyor. Kafamdaki ilk Partizancı imajı Yurdal’la oluşuyor. Hiç yılmadan, yorulmadan çalıştığını görüyorum. Durmuyor, “duracak zaman değil” diyor. Gazete dağıtımlarına koşuyor, gençliğin örgütlenmesi için çabalıyor, büronun harcamaları için uğraşıyor… Sürekli tartışıyor benimle, özellikle örgütsel sorunlar üzerine konuşuyor. Gördüğüm meseleleri eleştirmem için uğraşıyor. Örgüt anlayışından yana tavır koymam gerektiği üzerine anlatıyor, konuşuyor, tartışıyor. Kafama sürekli örgütü işliyor. Çünkü kendi kafasında işli olanda bu. Bazı sekter çıkışları, hem kendisinde hem de bende bazı güvensizliklerin oluşmasına neden olmuyor değildi ama esası bu değil. Örgütte çelişki yaratan unsurlara karşı acımasızca tartışıyor. Kim olduğu, deneyimli olup olmadığı, eski olup olmadığı hiç önemli değil onun için. Yanlış yanlıştır ve tartışılmaya değerdir. Ve bana da bunu öğretmeye, anlatmaya çalışıyor.

Elbette bunlarla birlikte dediğim gibi bu tartışmalar, onda bir yandan da güvensizlik yaratıyor. Ve gerilla alanında dahi çözmeye çalıştığı bir sorun olarak genelleşiyordu. Bu da hep kendisinin de kızdığı, tek yanlı bakış açısı sonucu ortaya çıkan sekterliğinden kaynaklanıyordu. Tahammülsüzleşiyor, kestirip atıyordu. Bu karşısındakileri kıran bir duruma da yol açıyordu bazen. Ona göre kimsenin ahkam kesip oturmaya hakkı yoktu, herkes çalışmalıydı, kimse yapamayacağı işin altına imza atmamalıydı, attıysa son haddine kadar zorlamalıydı, burjuva özentilere yer yoktu, kitle ilişkilerini basit çıkarlar için kullanmak haksızlıktı… Çoğaltılabilecek bu meseleler, onun yaşamında gerçekten önemli yer tutuyordu. Tüm tartışmaları da bunlar üzerinden ilerliyordu. Ve bunlar, gerçek doğrular olduğu için de genel olarak Yurdal tartışmalarında galip geliyordu.

Gerilla alanında da aynı bakış açısıyla hareket ediyordu. Tartışmalarda acımasızdı. Karşısındaki kim olursa olsun yanlışı tartışırdı. Örgüte zarar veren pratiklere, tahammülü yoktu. Böylesi pratiklerin doğrudan karşısına çıkardı. Bazen sert bazen yumuşak, bazen yöntemli bazen yöntemsiz ama bir şekilde karşı dururdu. Çünkü onun bu yolda kaybetmeye tahammül ettiği beş dakika daha yoktu. Ve bu yoldaki en önemli varlığımız, örgütümüze, zarar verecek pratiklere yer olamazdı! Zaten yeterince acısını çekmiştik, artık devrimin sorunlarına, halkın sorunlarına kafa yormak gerekiyordu. Onu tahammülsüzleştiren de buydu.

hakan cakirrYurdal yoldaşın, üzerinden atlanmadan bahsedilmesi gereken bir diğer yanı ise; mücadeleye bağlılığı, kolektife olan inancıdır. Sivil yaşamımıza gidiyorum yine. Bozguncular gelmişti alana ve birçok yoldaşla gereksiz tartışmalar yürütmüştü, alanda mücadeleyi bırakanlar bir anda onları sahiplenir, hiç alakaları yokken kolektifi karalar olmuşlardı. Onun, bu tartışmalar karşısındaki net duruşu, ne pahasına olursa olsun kolektifi savunması, çevredeki insanlara durmadan bunu anlatması gerçekten göz dolduran pratiklerdi. Ve kolektife bağlılığını da kanıtlıyordu. Bu konudaki sözlerinin hepsi kulaklarımda çınlıyor. Gerçekten de dediği gibi, kolektifle yaşayıp kolektifle ölümsüzleşti… Çünkü o, kolektife pamuk ipliğiyle bağlı değildi. Çelik bir zincirin halkalarıyla bağlıydı. Bunda yaşam koşullarının, sisteme olan kininin de kesinlikle payı vardı. Çünkü o, sistemin çirkef yüzünü birçok yönüyle görmüştü.

Yoksulluğu tüm yönleriyle tatmıştı. Toplumda alevi inancı yüzünden hep horlanmıştı. Bunlardı onu örgütlenmeye iten. Ve bunlar, kolay silinebilecek çelişkiler değildir. İnsanı mücadeleye güçlü bağlayan çelişkilerdir. Ve o, kolektifimizin bunlara çözüm olacağına inanarak örgütlenmişti. Ve her bir pratikte onda bu algıyı perçinlemişti. Özellikle 8. Konferans… Şehit düştüğü zamana kadar siz, Yurdal yoldaştan sürekli 8. Konferansın propagandasını duyardınız. Halka karşı, yeni yoldaşlara karşı… Çünkü onda o süreç, inancın dönüm noktası sayılabilirdi. Ortaya konan doğrular, kolektife bağlılığı ve güveni geliştiriyordu. Geriye kalan, bu doğruları yaşamsallaştırmaktı. Ve bunu yapabilmek için yaşamının her anını işledi. İşledikçe güçlendi, bağlandı… Yaşamın bütün çözüm kodlarının mücadeleden geçtiğine ve bunu yapacak olanın da kolektifimiz olduğuna gerçekten inanıyordu. Ve hiçbir şey de onu bundan caydıramadı. Gerçekten onun bu yönü, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu bendeki inancı da körüklüyordu. Yanıbaşımdaki bu insanın güçlü inancı, bende heyecan, güven geliştiriyordu.  Sadece beni değil herkesi etkiliyordu elbette. Bunları tartıştıkça güçleniyordu yoldaşlığımız. Artık birbirimizi tanıyorduk, anlıyorduk, bunları birlikte tartışmak bağlıyordu bizi birbirimize. Yoldaşlık sevgisini geliştiren de bunlar oluyordu. Mesela; birçok tartışması olsa da, bir kez bile onun ağzından mücadeleye dair çelişkili şeyler duymadım. “Çünkü sorun varsa bile bu, mücadele içinde çözülebilirdi onun için. Sorun tartışılıyorsa ahkam kesmek için değil çözmek için tartışılmalıydı.”

Yanınızdaki insanı daimi ortağınız olarak görürseniz, aynı yere doğru koşarsanız bu yoldaşlığı derinleştirir. Yurdal, benim için böyleydi. Gerçekten onun her zaman bir yoldaş olarak yanımda olacağına, omuz başımda yerini alacağına, benimle birlikte bütün zorluklara karşı, düşmana karşı çarpışacağına inancım tamdı. Gözüm kapalı güvenebilirdim bu konuda ona. Ve böyle de oldu gerçekten. Direnişiyle ve bizleri selamladığı kurşun ve slogan sesleriyle bunu hatırlattı bize!

“Halka üstten bakmak ahmaklıktır!” Evet bu sözü kulaklarımda çınlıyor hala. Büroda, bilgisayarımız bozulmuştu, uğraşıyorduk yapamıyorduk. 2011’de şehit düşen Sevda (Derya Aras) yoldaş da vardı. O ara tartıcı bir çocuk, içeri girdi. Önce tartılıp tartılmak istemediğimizi sorunca, yoldaşlarla çocuk arasında bir sohbet başladı. Çocuk, bilgisayarı yapabileceğini söyledi. Ve ben de “sen mi yapacaksın boş ver işine bak” deyince, çocuk bilgisayardan uzaklaşıp çıktı bürodan. Tabi kafamı kaldırdığımda hem Yurdal’ın hem de Sevda yoldaşın kızgın bakışlarıyla karşılaştım. Yurdal, beni çok sert eleştirerek “halka üstten bakmak ahmaklıktır” sözünü işte o zaman kullanmıştı. Gerçekten o konuştukça yaptığımın ağırlığı altında eziliyordum, ezildikçe devrimciliğimden utanıyordum. Ve bu müdahalesini, gerek bana gerekse de başka yoldaşlara karşı yaşamı boyunca yaptı. Kendine de yapmayı ihmal etmedi elbette. Halka üstten yaklaşmak, halkı küçümsemek, halkı ezmek onu tahammülsüzleştiriyordu.

Çünkü onlar devrimin mimarıydılar, onlar gerçek kahramandılar! Kafasına bunu yazmıştı. Kendi de bu konuda yanlış yaklaşımlar sergilemiyor değildi, ama sonradan fark edince kendini yerden yere vuruyordu. Ve özür diliyordu halktan. Halka karşı özeleştiri verebilmek, halktan özür dilemek ciddi bir erdemdir. Komünistlerde, devrimcilerde olağan olması gereken bu tavrın silikleştiği bir ortamda, onun bu yaklaşımları, hafızalarımızda devrimci mütevazılığı ve halk sevgisini tazeliyordu. O yüzden onu bu kadar seviyordu halkımızda. O yüzden kimseye güvenip kazmasını küreğini vermeyen köylüler “o gelirse veririz” diyorlardı, bu bir mesajdı aslında -alana-!

Yeni ilişkilendiğimiz bir ana vardı. Yıllarca bizi görmemiş ve tekrardan görmek, onda farklı bir heyecan yaratmıştı. Onun heyecanı bizi de heyecanlandırıyordu, elbette Yurdal’ı da. Uzun bir zaman sonra eve gittiğimizde ana, önce eve almadı bizi ve sonra dayanamayıp kapıyı açtı. Hepimiz gibi Yurdal da çok şaşırmıştı. “Ne olmuştu acaba?”. Herkes anlamak için birbirine bakıyordu. Daha sonra sorduk. Kadın bizden önce yoldaşların geldiğini, bir yoldaşın sert yaklaştığını, onlar yaptığımız eylemi onaylamadıkları için tehditvari konuştuğunu vb. söyledi. Bu, gerçekten bir Partizancı için ağır bir durumdur. Halkın karşısında ezilir, durumu nasıl düzelteceğinizi, onları tekrar nasıl kazanacağınızı düşünürsünüz kafanızda. Yurdal da hem üzülmüştü hem de çok sinirlenmişti. “Partizancılar halkı tehdit etmez ana”, “biz böyle yaklaşmayız, yaklaşan yoldaşı eleştiririz”, “bu yaklaşım bize ait değil ana”… Peş peşe sıralanmış, halka özeleştiri veren yaklaşımlar, Yurdal yoldaşın ağzından dökülüyor, gözlerinden süzülüyordu. Bu samimiyeti gören ana “önemli değil boş verin” diyerek eski haline dönmüştü. Gerçekten Yurdal yoldaş, bize de ders vermişti. Ve daha sonra, bu pratiği sergileyen yoldaşla da onun halka yaklaştığı “sertlikle” tartışmış ve önemli bir mesaj iletmişti. Yani o, her koşulda halkı savunur, halk sevgisini hatırlatırdı! Yer yer “halk her şeydir” anlayışına düşse de… Onun, halka sevgisi, halkta da ona karşı bir sevgiye dönüşüyordu. O yüzden şehadet haberini aldığımızda gördüğümüz tüm köylüler gözyaşlarını tutamıyordu.

Yoldaşların şehit düşmesinden sonra köye gidiyoruz. Köylüler, üzgün, öfkeli… Biz de halk karşısında dik durmaya çalışıyoruz. Onlara direnişi, savaş gerçekliğini anlatmaya çalışıyoruz. Gerçi onlar, bunu bizden daha iyi biliyor… Gördükleri şehitler, devrimciler, işkenceler… Gözlerimin içine bakan ana, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Gözlerinin içine bakmamaya çalışıyorum, bakarsam onda Yurdal’ı göreceğimi biliyorum. Ağlamamak için kendini zor tutan genç kadın, internetten haberleri bize aktarıyor. Sonra, amca başlıyor Yurdal’ı anlatmaya, hissettiklerini anlatmaya. Ve sanki bizi anlamış gibi “üzülmeyin yoldaşlar, Yurdal şehit düştü bir yanımız eksildi. Ama unutmayın hepimiz artık bir Yurdal’ız. Bizi böyle bilin” diyerek bitiriyor sözlerini. Dışarıda yağan şiddetli yağmur, yüreğimizde çakan şimşeklerle birbirine karışıyor. Yüreğimiz kabına sığmamakta ısrarcı. Halkın sahiplenişi ve bize verdiği mesaj, içimizi huzur dolduruyor. İsterdim bu sözleri duymasını. Halkın sahiplenişini görmesini, sokaklarda onların isimlerini haykırdığını duymasını… Ama görmüyor, duymuyor. Biz, yerlerine görüyoruz, işitiyoruz. Çünkü yoldaşlıkta kimin neyi gördüğü, duyduğu, bildiği önemli değildir. Birimizin gördüğünü hepimiz görür hissederiz, birimizin duyduğunu hepimiz duyar hissederiz… Gerekirse birbirimiz yerine yaşamayı biliriz çünkü birbirimiz için yaşamımızı riske attığımız gibi!

Yurdal yoldaş… Sürekli neşeli, coşkulu, heyecanlı… Ellerini birbirine vurup ayaklarını da sallayarak çocuk gibi heyecanlanan tavırları… Hepsi gözlerimin önünde hala… Bazen sanki omzuma vurup “naber?” deyip gülümsüyor gibi geliyor.  Özlemden olsa gerek! Ölüm karanlıktır, durağandır, acılıdır. Bazı insanlar vardır, ölümün doğasıyla zıddır. Karanlık değil aydınlıktır, durağan değil hareketlidir, acılı değil neşelidir. İşte o insanlara asla ölüm yakıştırılamaz. Ölümle beraber cümle içinde kullanmak, düşünmek bile gerçek değil gibi gelir. Bu yüzden inanamıyorum Yurdal’ın şehit düşmüş olmasına. Böyle bir insan nasıl gözlerini kapatmış olabilir. Ancak diğer yandan da hatırlamak gerekir “ölümü güzelleştirir ölen”. İşte onun ölümü de güzelleştirdi o karanlık, durağan gerçeği. Onların ölümü hayat verdi başka olgulara. Ve bu gerçekliği kabullenmeye çalışıyorum şimdi. İstemeye istemeye olsa da…

“Yoldaşların acılarını hissetmek, paylaşmak gerekir. Çünkü yoldaşlar örgütümüzü oluşturan parçalardır”!  Halkın acılarını hissedip paylaştığı gibi yoldaşların da acılarını paylaşıyordu Yurdal yoldaş. Sert yaklaşımları olduğu kadar, anlamayan tavırları olduğu kadar yoldaşları sahiplenen, acılarını paylaşan yanları da ağır basıyordu. Yoldaşının gözleri dolduğunda gözleri dolardı, yoldaşı zorlanınca gerek konuşarak gerekse de başka türlü yanında olmaya çalışırdı ve bunu da hissettirirdi. Yani yoldaşlık onun için güçlü bir kavramdı. Bunun altını da dolduruyordu yaşamıyla, pratiğiyle. Elbette bunların yanında anlamayan, zıtlaşan tutumları da yok değildi. Belli bir süreçte, karşılıklı olarak bu sorunu yaşadık onunla. Bu durum, tepkilere, araya mesafe koymalara vb. yol açtı. Ancak o süreci, o problemleri de yoldaşlıkla aştık. Birbirimize ihtiyacımız olduğu anda yardımcı olarak, ortak şeylere ortak kafa yorarak aştık. Ve eskisinden daha da güçlü bir yoldaşlık bağı kurduğumuzu söyleyebilirim.

En zor zamanımda, bütün çelişkilerimin içinde faaliyette yanımda hissettim gerçekten onu. Beni yeniden güçlendirmeye çalışan, ayağa doğrultmaya çalışan yaklaşımları, tekrar onda ki yoldaşlığı hissettirdi bana. Ve gerçekten karşılıklı gelişen emek süreci, yoldaşlık ilişkimizi doğru bir rotaya soktu. O zamandan sonra, Yurdal yoldaşın benim için değerinin çok daha arttığını söyleyebilirim. Çünkü bütün tepkilere, çelişkilere rağmen o, onları bir kenara bırakıp yoldaşının yanında olmayı biliyordu ve öyle de yaptı. Bu devrimciliğin dışında insani de bir tutumdur. Ve insan bu yanlarını geliştirdikçe devrimcileşebilir. O, bu yanlarını geliştirerek devrimcileşti, daha güçlendi!

“Düşmanla daha güçlü ilişkilenmek, vuruşlarımızı güçlendirmek, ona daha yakın olmak zorundayız…” Bir 24 Nisan kutlamasında videoya çekilmiş konuşmalarının son sözleri… Bütün hayali örgütün gerçekten bir savaş örgütü olabilmesi, düşmana güçlü vuruşlar yapabilmekti. Bu yüzdendir bir eylem hazırlığında başka hiçbir şeye kafa yormadığı kadar kafa yorması, düşmanı özenle titizlikle izlemesi, eylem için hiç yorulmadan çalışması… Bütün gününü hazırlığa göre ayarlayıp hiç oturmadan çalışması, bizi de beraber bu pratik yoğunluğun içine sürüklemesini getiriyordu. Alan Komutanı olarak görev almasının altını böyle dolduruyordu. İzliyordum onu, izledikçe öğreniyordum. Yapmam gereken ve yapmamam gereken şeyleri görüyordum. Tabi bazen abartıp grubun canını da çıkarmıyor değildi. Durdurmaya çalıştığımda da “tüh yine mi abarttık” deyip gülümsüyordu her seferinde. Çünkü ona göre herkes öyle çalışmalıydı, kimse yorulmak bilmemeliydi. Ancak herkesten aynı bilinç düzeyini ve pratik yoğunluğu bekleyemezsiniz. Bu, onda tahammülsüzlüğü de getiriyordu.

Düşmana karşı amansız bir kini vardı. Bu da sınıfsal kökeniyle doğrudan alakalı diye düşünüyorum. Düşman karşısındaki pratiklerinde her seferinde sınavı başarıyla geçmişti. Sivildeyken, süreklileşen düşman saldırıları, baskıları karşısında dik durabilen nadir insanlardan birisiydi Yurdal yoldaş. Düşman da onun bu kararlılığının ve duruşunun farkındaydı. Bu yüzden oklarını esasta Yurdal’a yöneltiyordu. Ancak o, bunlar karşısında yılmak yerine daha da güçlenerek, çelikleşerek çıkıyordu. Hapishane süreci de onun için böyle olmuştu. Tutuklanan, tutuklanmayan birçok kişi o süreçten kırılarak çıktı, çelişkiye düşerek çıktı. Ancak o, düşman gerçekliğini daha fazla görmüş olmanın bilinciyle, o süreci bir eğitim süreci olarak değerlendirerek çıktı. Ve çıktığı gibi kolektifin ihtiyacı olduğu yerde konumlandı. Sonra da çok istediği gerillaya kavuştu. Ve gerillada da düşman karşısındaki sınavını başarıyla geçti yine. Son kurşununa kadar savaşarak, son nefesine kadar çemberi yarmaya çalışarak… Çok istediği gerilla sürecini yaşamının bütününe layık bir şekilde sonlandırdı! İstediği, söylediği gibi kendisinden önce kimseyi yolculamadan gitti…

Yurdal’la yağmurun çok yağdığı bir gün, kuzey yamacından gideceğimiz yere gidiyorduk. Oradan gitmeyi o önermişti. Benim tehlikeli olduğunu söylememe rağmen patika çamur olduğu için oradan gitmeyi dayatmış ve bizi sonunda o yola koymuştu. Kuzey yamacında yağmur yağdığında kayalar hafifleşir, dokunsanız düşecek gibi olurlar. Kaydığınızda tutunacak yeriniz olmayabilir. Bu yüzden tehlikelidir. Ve Yurdal, önümden giderken koca bir kayaya basarak üstüme yuvarlamıştı. Silahımı kendime siper yapmaktan başka çarem yoktu. Çünkü kayadan çıkıyorduk ve altımız uçurumdu. Kayanın çok küçük bir parçası silahıma çarparak sekti diğer büyük parçaysa şans eseri kafamın üstünden yuvarlandı, düştü. Sonra çıkıp oturduk. Yurdal sürekli “ya o kaya sana değseydi sen de o kaya gibi yuvarlanırdın”, “ne olurdu o zaman”, “ben n’apardım” gibi söylemlerle yakınıyordu. Sonra birlikte bir sigara sarıp (normalde sigara içmezdi) hangimiz birbirimizin önce ölümünü göreceğiz diye tartışmaya başladık. İkimizde önce gidenin kendimiz olmasını istiyorduk. Çünkü biliyorduk ki arkada kalan için durum, çok ağırdır. Ve Yurdal, söylediğini yaparak önden giden oldu. Arkada kalan ben oldum. Onu anlatmaya çalışan, ona dair yazılar yazmaya çalışan benim…

O iyi bir yoldaş, ,iyi bir devrimci, iyi bir savaşçı, iyi bir öğretmendi… Bize bunları öğretti. Ve pratiğiyle kendini yenilemeyi, geliştirmeyi, değiştirmeyi öğretti. Böyle omuzlamıştı bütün faaliyeti, görevleri. Hiçbir görev karşısında onun sızlandığını göremezdiniz. Zor olan, yorucu olan vb. hiç fark etmezdi. Birilerinin yapması gerekiyordu ve o, her zaman öne atılan olurdu. Aslında ona dair anlatılacaklar sayfalara sığmayacak kadar çok. Sözlerle tarif edilmeyecek kadar değerli. Ne kadar anlatsam şu da vardı, bunu da anlatayım diye üst üste geliyor her yaşanan, bütün anılar canlanıveriyor gözümde.

 Duygularımız yoğunlaşmışken geliyordu yine bir sonbahar daha… Üstlenim alanımıza doğru gidiyorduk. Sonbahar, bir yandan halktan ayrıldığınız için, “dışarıyla” bağlantınız koptuğu için vb. sıkıcıdır. Dönmek istemez hiç bir gerilla. Ancak bir yandan da faaliyet boyu görmediğiniz ve özleminizin sabır taşını çatlattığı yoldaşlarınızı görecek olmak, onları kucaklayacak olmak ayrı bir heyecan yaratır. Yani bir yanınız dönmek istemezken diğer yanınızda dönmekte ısrarcıdır. Ancak bu sonbahar bir yanımız eksik dönüyorduk. 3 yoldaşımız eksikti… Yüreğimizin 3 parçası, toprağa gömülmüştü. Herkesle kucaklaşırken onlar olmayacaktı, herkesle anılarımızı paylaşırken onların sesi eksik olacaktı. Olmayacaklarını bilsem de gözlerim onları arıyordu. Onlar da olsaydı, onlar da konuşsaydı anlatsaydı… Ancak onları her görmediğimizde, seslerini her duymadığımızda savaşın gerçekliği yüzümüze bir kez daha çarparak düşmana olan kinimizi biliyordu. Ağacımız köklerini her bir şehitle daha derine salıyor ve daha sıkı tutunuyordu. Bu yüzden gözyaşlarımız, birer kurşuna dönüşüp Mercan intikam timiyle karakol mevzilerine çarpmıştı! Geride kalanların yoldaşlığını kanıtlayan da hesap sormaktı ve soruldu!

özgüçDüşmanı yüreğiyle alt eden Karadenizliye…

“Bir baskındayım bazen

Elimde dünya gericiliğine kan kusturan halkların silahı

Kendimi yivle set arasında dönen

Ve döne döne düşmanın ciğerini dağlayan

Kızıl kurşunlarda hissediyorum! “

Düşlerimle yolculuğa çıktığım sırada yağmurun hafif hafif çiselemesiyle alıç ve kuşburnu ağaçlarını terk edip büyük bir meşe ağacının altına giriyorum yağmurdan korunmak için… Bu kez Ankara’da başlıyorum yolculuğa… Hepimizin severek dinlediği Gulasor şiirinin sözleri geliyor aklıma, Sefkan yoldaşımın gözlerini düşününce.

Ankara’da bir sonbahar, bir yoldaşla birlikte bir yere gidiyoruz başka bir yoldaşla buluşmak için. Cadde hayli kalabalık. Yoldaş, bana insanlara iyi bakmamı bir yoldaşın geleceğini ve çok büyük ihtimal onu farklı yürüyüşünden, etrafa bakışlarından tanıyacağımı söylüyor. Başlıyorum izlemeye. Kalabalığın içinde kırmızı t-shirtlü birisi beliriyor. Etrafına bakınıyor sürekli ve hafif sekerek, yumruklarını sıkarak yürüyor. “Evet, buldum”, “bu mu yoldaş?”diyorum. Doğru tahmin. Beklediğimiz yoldaş Özgüç (Sefkan)… İlk orada tanıştık Sefkan ile. Hafızamda en taze kalan yanıysa tokalaşma tarzı oluyor. Onu tanıyanlar, bu özelliğini bilirler. Elinizi iyice kavradıktan sonra, sert bir şekilde bütün vücudunuzu sarsacak kadar sıkar. Elim ağrımıştı ama ben de benzeri şekilde davrandığım için tuhaf gelmemişti bana. Biraz sohbet edip konuştuktan sonra onun bir semtli olduğunu anlıyorum. O sıcak sohbetten sonra başlıyor yoldaşlığımız…

Sonra faaliyet boyunca hiç ayrılmadan sıcak bir ilişki geliştiriyoruz. Bürodayız. Sefkan gazeteleri hazırlıyor. Dağıtıma gideceğini anlıyorum. Yanına yanaşarak “ben de gelebilir miyim?” diye sorunca klasik tarzıyla “o ne biçim soru yoldaş tabi gelebilirsin” diyerek sevindiriyor beni. Beraber çıkıyoruz dağıtıma. İşte beni kendine hayran bırakan tarzını orada gördüm ilk olarak. Semtin hangi sokağından, hangi caddesinden geçseniz kesinlikle birisi selam veriyor, gazeteyi alıyor, sohbet ediyor. Yani herkesi tanıyor ve herkes de onu tanıyor. Halkın bütün kesimiyle bir ilişkisi var. Bu algım, daha sonra birlikte gittiğimiz faaliyetlerde daha da güçlendi. Paramız olmasa para bulacak birileri buluyor, aç kalsak yemek yiyecek birileri buluyor, ev arasak ev buluyor vs. Uzun zaman bölgede faaliyet yürütmesinin de etkisi var bunda elbette. Ancak esas mesele, halka yaklaşımında, onlardan birisi olabilmesinde gizli diye düşünüyorum. Onlarla sohbet ederken güzel kelimeler kullanma kaygısına düşmüyor, üstten yaklaşmıyor, yani öteki olmuyor. Onunla çıktığınız faaliyetlerde derinden hissediyorsunuz halk sevgisini.

Sefkan’la ayrı alanlarda faaliyet yürütüyorduk. Seçim çalışmaları döneminde birlikte, semt faaliyeti yürütmeye başlamıştık. Hemen her günümüz birlikte faaliyette geçiyordu. İlişkilendiğimiz çevreyse taşeron işlerde çalışan, göçmen Kürt işçi gençleriydi. Sefkan, seçim bürosuna girmeden önce her seferinde sorardı “paran var mı?” diye evet cevabını alır almaz, gidip gençler için yiyecek, sigara vb. alırdı. Ya da onlarla oturup gün boyunca onların yaşamına dair, duygu dünyalarına dair sohbet ederdi. Ne iş yapacaklarsa birlikte olurdu. Türkü söyleyip, halay çektiklerinde yine aralarında olurdu, onlara kavga türkülerini öğretip birlikte söyleyen olurdu. Yani Sefkan, aslında onlardan birisi oluyordu. Ve bu onlarda hem partimize dair hem de genel anlamıyla devrimcilere dair bir sempati yaratıyordu. Onlara “Partizancılar diğerlerinden farklı” dedirtende buydu galiba.  Aynı tarzı gerilla alanında da devam ediyordu. Dili sade, halkın dili, davranışları, halkın içinden tavırlar…  Bu durum, onun halka karşı olan sevgisini karşılıksız bırakmıyordu. Halktan yana da Sefkan’a karşı bir sempati gelişiyordu. Ama o, bu sempatiyi, sevgiyi kişiselleştirenlerden değildi. O, bunu kullanarak o sevgiyi partiye, davaya yöneltiyordu. Ve ayırt edici yanı da buydu bence.

Tekrar Ankara’ya dönüyorum… O süreç, hareketli bir süreçti. Hemen her eylemde çatışma çıkıyor, faşistler saldırıyor, bizse sürekli eylemler koyuyoruz. Böylesi bir süreçti. Bunları düşünüp Sefkan’ı hatırlamamak olmaz. Çünkü o, her zaman çatışmalarda en önde, geri çekilindiğinde zorla önden getirilen, bıkmadan düşmana saldıran bir yoldaştı. Onu düşündüğünüzde, ilk aklınıza gelen de bu yönü olur sanırım. Sefkan, gerçek bir yoldaş… Çatışma mı var Sefkan’ı omuz başınızda hissedersiniz, ardınızı savunmasız bırakmaz, göz göze gelseniz kararlılığı aşılar, sloganlarıyla size o ortamda birlikte olduğunuzu hissettirir… Yani güç verir, kendisi düşmana saldırır ve yanındakileri sürüklerdi. Ona bunu yaptıran, düşmana karşı olan dinmez kiniydi! Çünkü Sefkan, yıllarca semtlerde, mahallelerde yetişmiş bir gençti. Sistemin birçok kirli yönünü görmüştü. Küçük yaşta, devrimcilerle tanışmış, tanıdığı devrimcilerden şehit düşenler olmuştu. Bunların hepsi, bir öfke biriktirmiş ve onun örgütlenmesini sağlamıştı. Önce başka bir devrimci örgütte örgütlenmişti. Tutuklanmış, birçok baskıya maruz kalmıştı ama yılmamıştı. Bir şeyler ona yetmemeye başladığında ise bazıları gibi apolitikleşip yoz bir hayatı seçmemişti o. Tam tersine, daha da güçlü örgütlenerek partimizi adres bilmişti. Çünkü bir düşman vardı yok edilmesi gereken ve bir öfke vardı dindirilmesi gereken. Bu da oturup konuşarak olmazdı. Bu yüzden seçti partimizi! Ve mücadelenin en kızgın, en ileri safında yerini aldı.

Sefkan yoldaşın gerilladaki pratiği de, mücadeleye bağlılığının örnekleriyle doludur. Gerillaya geldiğinde zorlandığı çok nokta oldu. Fiziksel anlamda, yoldaşlık ilişkilerinde vb. ancak hiçbir zaman o mücadeleye dair çelişkiye düşmedi, burada kalıp kalmama çelişkisi yaşamadı. Çünkü o, buraya çok sıkı bağlıydı. Savaşmaktan başka çıkar yolu olduğunu düşünmüyordu. Ne olursa olsun burada olmalıydı. Böyle bakıyordu. Ve burada sorunların, çelişkilerin çözümünün örgütle bütünleşmekten geçtiğini iyi biliyordu. Bu yüzden katılımını en aktif kılan yoldaşlardan biriydi. Ne kadar eleştirse de diğer eliyle örgütü tutan, onu koruyan bir pratiğe sahipti. “Devrimcilik, eleştirdiğine sahip çıkmayı da bilmektir, örgütü eleştirip anarşizmi-gevşekliği geliştirmek devrimcilik değil!” onunla bu faaliyetin başında görüştüğümüzde tartıştığımız bir meselede bunu söylemişti. Sefkan’ın bunun gibi birçok sözü, konuşması aklımdan gitmez. Çünkü tam sohbetin ortasında öyle bir cümle kurar ki, o kilit noktadır ve aklınıza kazır onu. Bu söz de onlardan birisiydi. Ve silinmemek üzere hafızamın bütün kodlarına kazınmış durumda!

“Biz görev insanıyız yoldaş”, sürekli bunu dillendirir ve espri yapardı. Hoş esprinin gerçeklik payını da görmek gerekiyor. O, gerçekten görev insanıydı. Ben, şimdiye kadar Sefkan’ın zorluklar karşısında, görevler karşısında sızlandığını görmemişimdir. Yağmur yağar sırılsıklam olur yine gülmesini bilir ağzını açmaz, soğuk olur herkes üşür o yine de o faaliyete gitmeyi önerir, yorucu yollarda, zorlayıcı yüklerde, riskli görevlerde… Hepsinde öne atılır yapmak ister, yaptığında da çok zorlansa da ağzından tek kelime çıkmaz, burun kıvırmazdı. Bu, basit bir karakteristik özellik değildir. Bu, mücadeleye bağlılığın, düşmana olan kinin göstergesidir.  Yani Sefkan, hep yapmayı isteyendi ve yapandı da! Kendini zorlamanın, irade koymanın bir örneğiydi…

Sefkan’la genelde birlikte faaliyet yürütmüştük. Ayrıldığımız faaliyetten önce konuşmak istemişti. Konuşmada, sürekli değişmek dönüşmek istediğinden, bunu nasıl yapması gerektiğinden bahsediyordu. Ve, esas halkanın, yoldaşlık ilişkileri olduğunu söylüyordu. Bu yüzden, bütün yoldaşlarla konuşmayı koymuştu önüne. Onların eleştirilerini almak istiyordu, onlarla ilişkisine çekidüzen vermek istiyordu. Böyle gelişmenin önünü açacağını biliyordu. Ve yaptı da… Böyle ilerledi, böyle kırdı zincirlerini…

“Hoş geldin ölüm buyur otur…”, bu ses, hala yankılanıyor vadimizin derin köşelerinde. Türkü sofralarımızın vazgeçilmez sesiydi aynı zamanda Sefkan. “Kalın, ama güzel sesiyle”, sürekli türkü söylerdi. Artık yoldaşlar bıksa, dinlemek istemese bile devam ederdi. Severdi çünkü türkü söylemeyi. Türküler, onun duygu akışını sağlıyordu. Hissettikleri, kelimelere dökülüyordu, bu, dışarıdan bakıldığında da belli oluyordu. Bazen gözleri dalarak söylerdi, bazen heyecanlanarak söylerdi, bazen de gülerek neşeyle söylerdi. Her tarzdan şarkıyı bilirdi. Ama en çok bildiği ve de en güzel söyledikleri de Karadeniz türküleriydi. Onda Karadeniz sevgisi, farklı bir yede duruyordu. Bir Hemşin’di ne de olsa…

Sefkan yoldaş… Tam da dağlara yaraşır bir insan… Düşmana karşı sonsuz taşıdığı kin, güçlü iradesi, son nefesine kadar onunlaydı. 21 Ekim günü, gece saat bir iki arası, bir an anlamadığım bir nedenle uyanıyorum. İçime bir kuşku düşüyor ancak idealizme düşmemek adına boş ver deyip yatmaya çalışsam da uyuyamıyorum. Nereden bilebilirim o his, aniden uyandırıveren o kuşku, yoldaşlarımın yüreklerine saplanan kurşunlardı. Sefkan, o saatlerde geriye kalan tek yoldaş. Belki de sesini yüreklerimize ulaştırmaya çalışıyordu, hisleriyle uykularımızdan uyandırmaya çalışıyordu bizi.

“Uyandırdın yoldaş, muştun ulaştı yüreklerimize merak etme!” , çok uzaklardayız birbirimize belki, birlikte gülüp espri yapamıyoruz, şarkı söyleyemiyoruz, sohbet edemiyoruz, ancak her yağan yağmur, damımıza konan her kuş bize senden/sizden haber getiriyor. Her fotoğrafla yeniden aramızda oluyor Sefkan, söylenen bir türküde hemen oturuveriyor soframıza… Yani, özlem ayrılmamıza izin vermiyor. Ve izin vermeyecek de. Çünkü yoldaşlık, yüreğini dörde, beşe, yüze bölebilmektir. Ve bir kez yüreğinize konaklayanlar, “yoldaşlıktan çıkmadığı müddetçe” göç edemezler oradan. Hele ki şehit vermişseniz onları, en derine kök salarlar. Yani yüreğinizde ve anılarınızda yaşamaya devam ederler. Ta ki siz de onların yanına göç edip, yaşamdan ayrılana kadar…

cengiz içliÇukurova’nın karayağız delikanlısına…

“İnce Memed, Toroslardan gürledi,

Buhurcular, kulak verip dinledi,

On yedi kurşunu yedi ölmedi,

Dayan, İnce Memed dayan…”

Bu türküyü dinlemek anımsatır size Ünal (Cengiz) yoldaşımızı… Çukurova faaliyetiyle bilinir, tanınır, öyle özümsemiştir ki ilk gören, konuşan onu Çukurovalı sanır. Bu yüzden özdeşleşiyor kafamda onunla İnce Memed. Ve bu türküyü “o kötü sesine” rağmen coşkuyla söylemesi söyletmesi…

Ünal yoldaşı sivilden tanımıyordum. Sadece görmüşlüğüm vardı. Ancak onun dışında adını çokça duyduğum yoldaşlardan birisiydi. Sanırım, gençlik faaliyetine girip de onun adını duymamak olmaz. Ünal yoldaşlar tutukluydular. Çıkmışlardı içeriden. Ve ben, merak ediyordum bu çok bahsedilen yoldaşı. Bir demokratik faaliyet toplantısıydı. Tüm alanlardan yoldaşlar gelmişlerdi. Ünal yoldaş da gelmişti. Tanışmak istedim. Çevresinde birçok yoldaş vardı. Merak ettim ve ben de gittim. O, konuşuyor yoldaşlar dinliyordu. Ve bıkmadan, usanmadan konuşup, anlatıyordu. Onu ilk gördüğüm bu hali, son olmadı. Artık onda bunun karakteristik bir özellik olduğunu öğrenecektim. Daha sonra onu birçok yerde gördüm, ancak gerçek anlamda ilk tanışmamız, onun gerilla alanına gelmesiyle olmuştu. Faaliyette yeni savaşçı katılımını duymuştuk. Gerillada, siz, başka bir alandayken yeni katılım olduğunu duyduğunuzda, tuhaf bir heyecan kaplar içinizi. “Acaba yeni yoldaş nasıl birisi?”, “bize aşağıdaki faaliyetimizden ne haber getirdi?”, “gerilla kıyafeti yakışmış mı yakışmamış mı?”… Artık bunlar gibi aklınıza birçok soru gelir. Grup içinde, hepsi tartışılır. Yoldaşları görenler soruları cevaplamaya çalışırlar. Ancak merak, o yoldaşı görüp, onunla sohbet edene kadar devam eder. Ünal yoldaşı da böyle merak etmiştim. İlk sohbetimiz, gençlik faaliyetine dair oluyor. Anlatıyor, değerlendiriyor, çıkardığı dersleri sunuyor vs. sonra gerilla yaşamına dair sohbet etmeye başlıyoruz. “Gözlüklü oluşu onu zorlayacak mı zorlamayacak mı?”, “fizik yapısı nasıl etkileyecek?” gibi birçok konuya dair konuşuyoruz.

Sonrasında Ünal yoldaşla birlikte çok faaliyetimiz olmadı. Bu, onu tanımam konusunda belli eksiklikler yarattı elbette. Ancak tanıdığım kadarıyla diyebilirim ki, Ünal yoldaş, anlatmaktan hiç usanmayan bir yoldaştı. Hatta bazen karşısındakini gej (sersem, hevallerden literatürümüze giren bir kelime) etmesine rağmen bunu fark etmeyip devam ettiği de çok olurdu. Ve genel olarak gerilla bileşeninde bu durum, espri konusu olurdu. Çok konuştuğunu fark edince “çok konuştum yine değil mi?” deyip bu seferde, buna dair konuşmaya başlardı. Ancak konuştuktan sona arta kalan, öğrettikleri olurdu.

Ünal yoldaş, alana Parti Komitesi üyesi olarak atanmış, yani bir parti üyesi olarak gelmişti. Doğallığında, Siyasi Komiserlik görevi yapıyordu. Gerçekten de şehit düşene kadar ki tüm derdi de, bu görevi, layıkıyla yerine getirmek ve bunun içerisinde askerileşip iyi bir savaşçı olabilmekti. Tüm tartışmalarını bunun için yürütüyor, pratikten bu anlamda ders çıkarmaya çalışıyordu. O, siyasi komiserimiz olarak, bir kez daha öğretti. “Çözümünü aradığınız her şey, savaşın, sınıf mücadelesinin ve onun ülkemizdeki yürütücüsü olan partimizin içindedir, başka yerde değil!”

Ünal yoldaş, sesi kötü olmasına rağmen müzik alanında da etkin bir yoldaştı. Ama yalnızca vurmalısıyla etkindi. Çünkü kendisi de sürekli vurgulardı sesinin kötülüğünü. Ancak bu durum, onun yine de türkü söylemesini engelleyemezdi. Özellikle Zülfü Livaneli’den bütün türküleri ezbere bilir ve sürekli söylerdi. Kendisi de gülerek söyler, herkes de gülerek dinlerdi. Yani onun türkülere katılması, ortama farklı bir neşe katardı anlayacağınız.

Ünal yoldaş, askeri eğitimlerde de ayrı bir ekoldü. Yağmurda çamurda, her yoldaşla birlikte aynı şekilde koşuyor, sürünüyor, düşüyordu. Sağlık problemleri olmasına rağmen kendini yoldaşlarla aynı koşullarda değerlendiriyordu. Sürekli sırt üstü düşüp, hiç aldırmadan kalkıp devam ederdi. Tabi bazen sahaya sağlık ekipleri girmek zorunda da kalmıyor değildi. Belinden kaynaklı, düşünce kalkamadığı durumlar oluyordu. Ama bu, onu eğitimlere katılmaktan vazgeçirmiyordu. Çünkü kafasına koymuştu “iyi bir savaşçı olmak lazım” diye. Gereklerini de yerine getirmek gerekiyordu ve o da bunu yapıyordu.

Bunlar gibi anlatılacak birçok şeyle birlikte aslında Ünal yoldaş, örgüte bağlılığın ve mücadeleye bağlılığın simgeleştiği yoldaşlardan birisidir. Yıllarca birçok zorluğa rağmen kendini faaliyetine vermiş bir yoldaştır o. Hiçbir şeyin onu mücadeleden ve örgütten koparmasına izin vermeden… Ve, bunun içinde şekillendirmişti düşmana olan kinini. Zaten bu kin ve örgütüne karşı olan sevgisi-inancıydı onu sıkı sıkı bağlayan… Ve bizi de, onlara ve mücadeleye bağlayan bu ve daha güçlü bağlayacak olan da elbette…

***

“Suların sesini dinle şimdi,

Ormanın fısıldayışlarını,

Yarılıyor dağların göğsü,

Bir aşkı dillendirmek için,

Ve gözleri uzak yamaçlarda,

Aranıp dururken bir şeyleri,

Sessiz ve sakin beklemekte,

Bekledikçe bileylenen yürek…”

Sıktığınız ama patlamayan hain çürük mermileriniz, düşmanın mevzilerinde korlanan mermilerinizin kovanları ve bir el bombası… Sadece pimi kalmış… Parçalara ayrılmış soğuk demirler… Üzerinde sadece yanık kimyasal kokusu… Bir devrimcinin, düşmanı kendine yaklaştırmamak için kullanabildiği son cephanesi… Avuçlarımızda şimdi… Sanki onlara baktıkça o sesler kulaklarımda uğulduyor.

 Ünal yoldaş, yara alıp “ah” diyor,”yoldaşlar pusu” diye bağırıyor. Yurdal, “yoldaşlar hepiniz burada mısınız?”, “savunmanızı alıyorum çekilin” deyip komutanlığını yapıyor… Son sesleri, dilleri son kez nefes alışverişleri içinde hareket ediyor. Sefkan, “yoldaşlar kimse kalmadı mı?”, “Ünal yoldaş orada mısın? Yurdal orada mısın?” diyerek son şansını deniyor. Hınçla, kan içinde sürünerek çemberi yarmaya çalışıyor! Bir yandan kleşini ateşliyor. Her tutukluk yaptığında, her çürük mermi çıktığında “yapma, yarı yolda bırakma beni” diyor. Şarjör bitiyor yenisini takıyor, bir daha şarjör bitiyor yenisini takıyor… Ta ki tüm mermileri bitene kadar. Öyle öğrenmişti, son mermiye kadar çatışmak! Sonra elini raxtındaki son cephanesine atıyor… El bombası… “Hadi tam içlerinde patla, al Yurdal ve Ünal karşılığında onlardan da” deyip pimini çekiyor bombanın… Fırlıyor bomba ve patlıyor. Dağılıyor etrafa. Sanki el bombası değil yangın topu. İçinde öyle bir hınçla atılmış ki düşmanın üstüne, öyle gidiyor… Sefkan yaralı… Nefes almakta zorlanıyor. Yarasını tutmuş, yine de çıkmaya çalışıyor. İrade, son ana kadar… Teslim olmak yok! Ele geçiriyor onu ürkek bir kuş kadar yüreği olmayanlar… Sonra, duyulan tek bir ses var, sabaha kadar; “Yaşasın partimiz TKP/ML”…

Evet, bakıyorum bunları görüyorum. Bilmiyorum, böyle mi oldu, farklı mı oldu yaşananlar, ama içimde canlanan bu oluyor. Bilincime yansıyanlar bunlar oluyor…

Özlem… Gerillada, yoldaşınızdan birkaç aylığına ayrıldığınızda dahi, yüreğiniz özlemle yanıp tutuşur… Sesini duymak istersiniz, gözlerine bakmak istersiniz… Bir de, sonsuz ayrılıklar vardır… İşte o zaman, özlem tarifsiz olur… Her adım attığınız yerde onlar vardır, her fotoğraf karesinde onların gülüşleri, her türküde onların sesi… Aklınızdan, bir türlü çıkmazlar. Bazen ağlatır, bazen güldürürler. Ama hep yüreğinizdedirler… Çünkü yoldaşlık, aynı silahı kavramak, aynı yolda yürümek, aynı dala tutunmaktır. Yaşamda örgüt, yoldaşlarınızla simgeleşir, vücut bulur. Yani devrimi gerçekten istiyorsanız, sizi oraya götürecek iki şey vardır: örgüt ve halk… Burada anlam kazanır halk sevgisi, örgüte bağlılık ve yoldaşlık bağları… Onlar da, burada anlamlandırdılar. Ve bu anlamlandırdıkları gerçeklik içinde, son sözlerini söylediler.

Şimdi, yağmur damlalarının saydamlığında, onların gözleri beliriyor, saygı duruşlarında, onların yumrukları kalkıveriyor, sokaklarda onların sesi uğulduyor, dağlardaki yeşilde onlar açıyor… Ve yoldaşları “en yükseklerden” bir kardelen gibi, yolunu adımlayıp silah çatıyor… Yeminlerini tazeleyip, şelalelerden akan suyla birlikte gürlüyorlar…

Şimdi, her bir slogan, onlar bizim için, her bir kurşun, onlar bizim için, her bir şiir, onlar için yazılmış, her bir türkü, onlar için yakılmış… Ve her bir parti sloganı, onlar için atılacak, her bir kurşun, onlar için sıkılacak, her bir şiir, onlar için yazılacak, her bir türkü, onlar için yakılacak… Ta ki dal uçlarında, tomurcuklar açana kadar, kardelen boynunu kardan çıkarana kadar… (Dersim’den bir Partizan)

                     

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu