GüncelManşet

Altın eller ile kanlı eller -1-

Anadolu’da yaşayan, ama bugün varlıklarından söz edilemeyen kadim halklardan Ermeni, Süryani, Yahudi, Rum ve Ezidiler üretken, yaratıcı, sanatkar topluluklardı. Yüzyıl önceden inşa edilen saraylar, kiliseler, yalılar, köşkler, binalar tüm tarihi dokunun gerçek sahipleri olurken, bu zenginliklere tepeden inme bir şekilde el konmuş, bunları inşa eden altın eller adım adım tarih sahnesinden silinmiştir. Bunu yapanlar, var olanın üstüne aradan yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir zenginlik-değer inşa edememiş ancak kan akıtmakta maharetli olduğunu göstermiştir. Önce Ermeni, Süryani, Yahudi, Rum ve Ezidileri fırsatını bulduğu uygun bir anda kana boğmuştur. Toplumun en ileri kesimleri aydın, siyasetçi ve yazarları ise öldürerek ortadan kaldırmıştır. Bugün toplumun bütün kesimleri tarafından açıkça itiraf edilen, kadim halkların altın ellerin boşluğunun hissedilir oluşu ve yerlerinin doldurulamamasıdır.

Altın ellerin kan ile boğulmasından sorumlu kanlı eller maalesef yıkanmamış, kanlardan arınmamıştır. Bugün yeniden yaşadığımız çatışmaların, ölümlerin, kırımların sebebi kanlı ellerin temizlenmek istenmemesinden kaynaklıdır. 2016 yılında yaşanan Sur, Cizire, Şırnak gibi Kürt illerinde yaşanan kırımdan PÖH-JÖH gibi, eli kanlı AKP’nin özel savaş birlikleri sorumludur. Tehcir edilen, evleri-ocakları yıkılan 7’den 70’e herkesin uğradığı zulüm, Ermeni Soykırımında yaşananları aratmamaktadır. Henüz yaralar sarılmadan, travma atlatılmadan Mehmet Ağar’ın ekibinden hızlı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kan kokan “baharda görecekler” sözlerinden sonra kırım uygulamaya konuldu. Dün “hendek-barikat”ı bahane ederek Kürt illerini yakıp yıkanlar, bugün ne gerekçe gösterecekler doğrusu merak konusudur. İlkin Xerebe Bava köyünü özel harekatçılarla kuşatan eli kanlı çeteler, köylere giriş ve çıkışları yasaklamış, elektrik-su-telefon gibi doğal ihtiyaçları kesmiş, köylüleri köy meydanında toplayarak işkenceden geçirmiş, kaç ölü ve yaralı olduğu henüz belli değilken dozerlerle köy yıkılmış, yaralılar sağlık ihtiyaçlarından mahrum bırakılarak ölüme terk edilmişlerdir. Her şeyin yasaklanması, engellenmesi özel harekatçıların yüzlerini maske ile kapatması nedeniyle “acaba İŞİD’çiler de operasyonlarda yer mi aldı?” sorusunu sormadan edemeyeceğiz. Şimdiden basına yansıyan halkın “sakallı, Arapça konuşan kişiler”den bahsetmesi bunu doğrulamaktadır. Suriye’de yaşanan acı ve gözyaşının arkasında da bu kanlı eller bulunmaktadır. Yüzyıl önceden bugün aynı bölgelerde Der Zor’da, Halep’te, Fırat havzasında, Meskene’de (Emar), Res ül Ayn’da, Rakka’da … Ermenilerin acıları halen sanki dün olmuş gibidir. Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin yerini bu kez IŞİD çeteleri almıştır.

 

“Ah Mama… Bu kadın kendi çocuğunu öldürdü…”

Soykırımın bir diğer yüzü el konulan kadınlar ile çocuklardır. Kadınlar sadist ve kirli emelleri için kullanılıyor ve satılabiliyordu. Evlerinde 2 veya 3 kadına kadar hoş görülebiliyor, işine gelmeyince öldürülüp atılabiliyordu. Kafilelerin mayıs ayından itibaren Halep’e ulaşması ile birlikte çocukların ne olacağı önemli sorun olarak kendini gösteriyordu. İlkin Halep’te yetimhaneler kurulmuş olsa da sonradan burada bulunan çocukların akıbeti de ebeveynlerinden farklı olmamıştır. Talat Paşa’nın emri ile yetim çocukların Sivas’a gönderileceği söylenmiş ama para bulunamamıştır. Yetimhanelerin açılmasını yabancı misyonerler, konsolosluk yetkilileri üstlenmiş, kamplar açılmıştır. 4. ordu komutanı Cemal Paşa bu konuya şiddetle karşı çıkmış, ‘’İstanbul ve Anadolu’ya nakillerini istemiştir.’’ Bugün Cemal Paşa’nın Talat ile Enver’den farklı olduğunu savunan görüşler burada yanılmışlardır. Cemal’in de onlardan farklı bir yanı olmamıştır. Sivas’a bir türlü para bulunup gönderilemeyen çocukların sayısı her geçen gün yükselmiş, 2500’e varmıştır. Talat çocukların kesinlikle İstanbul’a gelmemeleri için talimat verince Konya, İzmit, Balıkesir ve Adapazarı’na dağıtılmışlardır. Yabancıların, konsoloslukların açtıkları kamplar da 1917’ye kadar kapatılmıştı.

Ankara, Kayseri, Şam, Halep ve Beyrut’ta açılan yetimhaneler çocukları korumak, kollamak için değil çocukları bir Türk gibi yetiştirmek “devşirmek” amacıyla kurulmuştur. Görevliler arasında Halide Edip Adıvar gibi “aydınlar” bu işe seve seve aday olmuşlardır. Eğitim ve kültür alanında çalışmalarda bulunan İttihatçılar, Cemal Paşa’nın emir subayı Falih Rıfkı Atay, Nakiye Hanım, Hamdullah Suphi gibi edebiyatçılar Türk-İslam sentezinin mimarları olmuşlardır. Halep’te kapatılan yetimhaneler için Talat Paşa telgrafında şöyle diyordu; “Duygularımıza boyun eğip bu çocukları besleyerek ömürlerini uzatmaya harcayacak vaktimiz yoktur. 26 Eylül 1915.” İşte bu mantıkla çocukların kafilelerle Der-Zor’a gönderilmesini emretmiştir. Talat dikkat çeken başka bir telgrafında ise ‘’ebeveynlerine uygulanan zulümleri hatırlayamayacak yaşta olan çocukların bakım için toplayın, diğerlerini sürgün kafileleri ile birlikte gönderin 25 Aralık 1915’’ talimatını vermiştir. Günümüze ulaşan, görünce insanların kanını donduran fotoğraflar ise Alman Sağlık Misyonu görevlisi Armin Wegner tarafından 8 bin adet olarak çekilmiştir.

Yetim kalmış çocukların dramını anlatırken; Hrant Dink’in ölümü ile sonuçlanan süreçte gündeme gelen Atatürk’ün manevi kızı olarak tanıtılan Sabiha Gökçen (Hatun Sebilciyan) yetimhaneden alınmış bir Ermeni’dir. Annesi ve babası kardeşleri ile beraber Halep’e tehcir edilen ailelerden G. Antep’in Cibin köyündendir. 700 kişilik kafile grubunda bulunan annesi Maryam dört çocuğu ile uzun yola dayanamayacağı için iki çocuğunu Amerikan Koleji Yetimhanesine bırakır. Diruhi 6, Hatun 2 yaşındadır. Cibin kilise papazı da sürgünün içindedir. Ölümlerden geçerek Halep’e sığınırlar. Mondros Mütarekesi’nden sonra Papaz Nerses bazı ailelerle birlikte geri döner. Maryam kampta kızlardan Diruhi’ye ulaşır. Fakat Hatun kayıptır. Maryam hanım çocuğunun acısı içerisinde hayatını kaybeder. Fakat yeğeni Abraham Garabedyan izini sürer ve Hatun’a ulaşır. Atatürk’ün kızı olduğu ortaya çıkar. Yanına gelir ziyaret eder. Hatta fotoğraf bile çekilir. Sabiha yüklü bir miktar para verir, geri Halep’e döner.

Yine tanınmış halk ozanı Ruhi Su da Van’da yetimhanede büyümüştür. Ailesinden hiç kimse yoktur, bugüne kadar da bulunamamıştır. Yine Ortadoğu ve Kafkaslar’da en çok dinlenen Dengbej müziğinin yorumcusu Garabete Xaço da yetim kalmış, tüm ailesini kırımda kaybetmiştir.

Halep’te bulunan yetimlerin ölmesinden sorumlu kişi ise Sevkiyat Müdürü Hakkı Bey’dir. Bütün cinayetlerden Meskene’den (Emar) Rakka’ya oradan Der-Zor’a tüm hat boyu çocukları kapsamaktadır. Hakkı Bey İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın telgrafına göre hareket etmektedir. Telgrafta “İçişleri bakanlığından Halep valiliğine şifre telgraf: Harbiye Nezareti emriyle ordugahlar tarafından toplanarak beslenen belli şahısların (Ermenilerin) çocukları Göçmen Müdürlüğü tarafından beslenecekleri bahanesiyle guruplar halinde alınarak şüpheye mahal verilmeden yok edilmesi ve sonucun bildirilmesi 7 Mart 1916 İçişleri Bakanı Talat” telgrafını alan Hakkı Bey “Meskene Der Zor yolu üzerindeki son sürgün kalıntılarını katlettikten sonra bütün yetimleri toplayarak Der Zor’a sürdü. Orada kıtalar durmuştu. Çünkü katledilecek kimse kalmamıştı. Toplanan yetimler 300 kişiden fazlaydı. Ancak onlardan yaklaşık 100 kişi Der Zor’a gidemedi” diye Aram Andonyan anılarında aktarmıştır.

Raymond Kevorkian, Soykırım’ın II. safhasında Aram Andonyan’ın kamplarda yaşayan tanıklardan Mesken kampındaki vahşetin anlatımlarını Ermenilerin haberleşmek için kullandıkları “gizli gazetelerden” almıştır. Hayatta kalan insanlar yaşadıklarını bulabildikleri kağıt parçalarıyla anında kayda alıyor, gizlice diğer bölgelere gönderiyordu. Bu haberleşmede dikkat çekmemek için en çok çocuklar kullanılmıştır.

Tanıkların anlatımına göre “Hakkı bey Meskene güzergahının güneyindeki çocukları son bir kere topladığı ve bütün kamplardan alınmış çocukları sıraları geldikçe Zor’a gönderdiği, sırada sekiz yüzden fazla küçük çocuk, çoğu hasta ve sakat olarak, hayatın bu şartlarında tükeniyor, yok oluyorlardı. Sekiz yüz yetim on yedi arabanın içinde … gönderildi. Der Zor’daki yetimlerle beraber aynı anda canlı olarak yakıldılar.” Bir başka tanık Krikor Ankut’un “Hamam kampında sağ olarak … takriben üç yüz erkeği ve genci özel bir kafileyle güneye sevk etti. Rakka’da onlar hakkında, Sebka’nın güneyinde katledildiklerini bildiren kesin bilgiler ulaştı. Diğer taraftan, Şamiye yöresinde, üç yüz çocuğun mağaranın bir oyuğunun içine atılmış, üzerlerine gaz dökülmüş ve canlı olarak yakılmış olduklarını kesin bir şekilde öğrendik” diye anlatmıştır.

Fırat boyunca sürgünler Der Zor’a yaklaştıkça ölümlerin en acısına aileler ve çocuklar tanık olmuştur. Habur ırmağı kıyılarında Suvar, Şeddadiye, Mergadeh’de yaşanılanlara tanıklık eden Pipe Karademirciyan’ın anlattıkları sözün bittiği noktayı göstermektedir. “… Bu kadınlar arasında, bir elinde İncil, öbür eliyle Yervant’ın karısını gördüm. Beni görür görmez, ağlamaya başladı ve bana: ‘İşte üç gündür ki bu atın toynağıyla hayatta kalıyorum. Benim sevgili tek çocuğum öldü. Onun yok olmasına üzülmüyorum, fakat diğerleri ben görmeden, gizlice onun cesedini çaldılar, pişirdiler ve sonra yediler. İşte bu bana çok acı veriyor, kıvrandırıyor, aklımdan hiç çıkmıyor’ dedi. İkinci gün, oradaki Arapların yanında bir parça ekmek üzerine elimi dokundurabildim. Bu ekmeği, açlıktan ağlayan kızıma verdim. Küçük bu ekmeği eline aldığı zaman, bana bakarak ağlamaya başladı. Ona niçin ağladığını, neden ekmeğini yemediğini sordum; Bana aynı anda hem enfes, çok güzel ve hem de dokunaklı içlendirici bir bakış attı ve dedi; ‘Ahh … Mama, sen burada yok iken, bu kadın kendi çocuğunu öldürdü ve şu anda onu yemeleri için pişiriyor. Sen de benimle aynı şeyi mi yapacaksın?’ Bunun üzerine gözlerim yaşla dolu kendimi benim sevgilime güç vermek onun toparlanmasını sağlamak için zorlandım. Bunu çok zorlukla başarabildim. Ve ona ekmeği yedirdim.’’

 

(Bir ÖG okuru)

(Devam edecek)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu