Güncel

ÖYKÜ | Hayatın hiç şans tanımadıkları…

"Kuşlar özgürce süzülüyordu, demirlerle parçalanmış gökyüzünde… Yüreği ferahlamamıştı bu sefer, dağları görmek istiyordu çünkü!"

Demirlerle parçalanmış gökyüzünü izliyordu yine. Kumrular her zamanki gibi çatıda dolanıyor, martılar ise onu gıpta ettirmek istercesine gökyüzünde özgürce, dans eder gibi süzülüyorlardı.

Gökyüzünün enginliğini seyre dalmak, onu hep ferahlatmış, bulunduğu mekanlardan alıp götürmüştür.

Dört duvar arasına ilk kapatıldığı zamana gitti düşünceleri… O zaman başka bir mahpushanedeydi. Pencere demirinden sarkıtılan iplere bağlanan dolap kapağına uzanıp, ne çok seyre dalmıştı gökyüzünü. Kuşların süzülüşleri o zamandan beri daha fazla özgürlüğü hatırlatır olmuştu.

Sabah okuduğu gazeteyi anımsayınca, bu zaman yolculuğundan hızlıca sıyrılıp yine o güne geldi. Odasına gelirken gazeteyi yanına almıştı. Sabah verilir verilmez koğuşun çoğunluğu koşarak gidip Özgür Gündem’e bakıyordu.

Herkes Efrin’e, yeşiliyle, kurulan komünleriyle bir cennet parçasına benzetilen, Arin Mirxan’ın memleketi Efrin’e odaklanmıştı.

Gazeteye tekrar baktı. Sonra haber saatinin geldiğini fark etti. Yalanları, militaristlikleri, şovenistlikleri ile tahammül sınırlarını zorlayarak izleyebildikleri televizyonu mecburen açtı. Çok fazla haber kaynakları yoktu. Yalan denizinin içinden gerçeğe ulaşmaya çalışıyorlardı.

Haberlerde de konu Efrin’di, “Afrin’in terörden arındırılmasıydı”. Yeni bir gelişme olmadığını anlayınca sesi kıstı ve gazetede aklına takılan, yüreğini zorlayan bir habere odaklanmaya çalıştı.

Efrin işgalinde oyun oynarken vurulan 7 yaşındaki Yehya Ehmed Hamadi’nin haberiydi bu. “Ne oynuyordu?” “Yanındaki arkadaşlarına ne oldu?” Cevapsız sorulardı bunlar… Ama net bir şey vardı: Vurulan ilk çocuklar olmuştu, ilk öldürülenler onlar olmuştu! Onların umutları, hayalleri…

7 yaşındaki Yehya artık yoktu. Bir an düşündü, annesi ona Yehya mı diyordu yoksa Ehmed mi? Annesi, anneler… Yehya artık yoktu, çünkü henüz 7 yaşındayken sırf kendi evinin önünde özgürce oynuyordu diye -kendi memleketindeki kendi evinin önünde- yüzlerce kilometre uzaktan taşıdıkları bombaları mutlulukla cennet bahçesinin üzerine bırakılanlarca hayattan koparılmıştı. Kendi mahallesinde, kendi evinin önünde, arkadaşlarıyla…

Tam o esnada televizyon ekranından “öldürüyoruz, temizliyoruz teröristleri, akşama üç bin olacak ölülerin sayısı” diye bağırıyordu reisleri, alkışlar arasında; kalktı, televizyonu kapattı.

“Çocuklar, çocuklarımız, alkışlar, sevinçler arasında öldürülüyorsa…” diye mırıldandı. Bilmediği bir gerçek değildi bu! Zaten buna itiraz ettiğinden, “çocuklar şeker de yiyebilsin” dediğinden “tutsak” değil miydi?

Havalandırmada Serpil türkü söylemeye başlamıştı. Herkes aynı duygular içindeydi! Sesi ne çok yürek dağlıyordu…

“Kuş ve bomba sesleri ile…”

Ortalık sessizleşmişti, herkes bu sesi dinliyordu…

Serpil’in türküsü bitip yenisine başlarken o yine başını gazetenin üzerine eğdi. Son sözü, “hayat bana hiç şans tanımadı ki…” olan ABD’li bir askerin yaşam öyküsü vardı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde asker kaçaklığından ötürü kurşuna dizilen tek askerdi, Eddie Slovik! 24 yaşındaydı.

Yüzbaşı, yarbay, yargıç ve hatta Genelkurmay Başkanı Eisenhower’a dahi söylemişti, yazmıştı savaşmak istemediğini. Buna rağmen askere alınmakla kalmamış, savaşta en ön saflara sürülmüştü, böyle bir talebi olduğu için cezalandırılırcasına… Bunun üzerine defalarca kaçmıştı, pek çok askerin yaptığı gibi. Ama her seferinde yakalanmıştı. Sonuncu yakalanmasında yapılan “adaletli yargılama” sonucu kurşuna dizilme kararı verilmişti.

Savaştan, silahlardan, kurşunlardan kaçmak için, kimseyi öldürmemek için bunca çabayı harcayan Eddie’nin kurşunlarla biten hayatı nasıl bir gerçeklikti? Kimin hayatını yaşıyor çocuklar, gençler, kadınlar… Peki Eddie, metanetle karşılayabildi mi bu kararı? Ölümü hangi duygularla bekledi? Bu soruların cevaplarını belki hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Ama kurşuna dizilmeden önce son sözleri vardı gazetede:

“Beni Amerikan ordusunu terk ettiğim için vurmuyorsunuz, binlerce asker bunu yaptı çünkü… Siz beni 12 yaşındayken çaldığım ekmek ve sakız için vuruyorsunuz… Hayat bana hiç şans tanımamıştı ki…”

Havalandırmadan türkü sesleri gelmeye devam ediyordu. Ölen tüm çocuklara, hayatın şans tanımadıklarına ağıt gibiydi türküler…

“12 yaş”, “ekmek ve sakız”, “oyun oynarken”, “hayat bana hiç şans”… kelimeler, anlamlar birbirine karışıyordu…

Cennet köşesi tarumar ediliyordu tam o anda, belki çığlık bile atamadan çocukların üzerine bombalar düşüyordu!

Yeşiller, zeytinler, çocuklar kan kırmızısına boyanırken kendi vatanlarında, kapılarının önünde; “dağlarımıza dayanıyoruz, sadece kendi dağlarımıza” demişti bir Kürt direnişçi…

Oturduğu yerden kaktı, pencerenin önüne geçti tekrar. Güneş yavaş yavaş çekiliyordu. Aklına düşen Cemal Süreyya dizeleriyle seyre daldı gökyüzünü:

“Tarih öncesi köpekler havlıyordu

Aklımdan hiç çıkmaz, o yolculuklar, o havlamalar, polisler…”

Kuşlar özgürce süzülüyordu, demirlerle parçalanmış gökyüzünde… Yüreği ferahlamamıştı bu sefer, dağları görmek istiyordu çünkü!

Tutsak bir YDK’lı

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu