Makaleler

“PAMUKOLOJİ”NİN SİYASAL ANALİZİ[*]

“PAMUKOLOJİ”NİN SİYASAL ANALİZİ[*]

TEMEL DEMİRER

“Biz kimseyi aptal yerine koymadık.

‘Herkes geçip kendi yerine oturdu’!”[1]

‘Kafamda Bir Tuhaflık’[2] başlıklı “yeni” yapıtıyla Orhan Pamuk (eskisi kadar olmasa da) “yeniden” gündem maddesi oldu. Ancak ortada Pamuk açısından (yeni bir şey olmasa da), “yeni” denilen bu “yineleme”, olsa olsa, basit bir tekrardı…

Aslı sorulursa Leylâ Erbil’in, “Orhan Pamuk, Evren-Özal döneminin depolitik bir ürünü sayılabilir. Sanatı, medyayla iç içedir. Ne yazık ki, yazdıklarının karşılığı kendisinde yoktur,” saptamasının aslî değerini hâlâ koruduğunu bir an dahi unutmadan; William Faulkner’in, “Geçmiş asla ölü değildir. Geçmiş geçmiş bile değildir,” saptamasını asla “es” geçmemek gerek…

Kendi hesabıma ben, “Önemli olan insanın, içindeki iyiliği koruyacak bir hayat yaşayabilmesidir,” saptamasının ardına sığınan Pamuk deyince; “cronica de una muerte anunciada/ Önceden ilan edilen bir ölümün anlatısı” ya da “obscurum per obscurius/ karanlık, karanlık içindir,” saptamasını veya “Tilki vaaz vermeye başladığı zaman, gözünüz tavuklarda olsun,” diyen Alman atasözünü anımsarım…

* * * * *

Hayır bu sefer; Pamuk’un altı yılda tamamladığından söz ettiği romanı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’tan söz etmeyeceğim. Bir aşk öyküsü anlattığından, kırk iki yıla yayılmış ve Türkiye’nin ile İstanbul’un, bu zaman dilimindeki altüst oluşlarından, değişimlerinden söz eden romanın kapsamlı değerlendirmesini sonraya bırakıyorum.

Ama yine de; “Romancı kahramanının gözünden görür dünyayı,” notunu düşen Pamuk’un yapıtı; Türkiye’nin son 40 yılının genel bir görünümünü sayfalarına yansıttığı “iddia”sına birkaç not düşmeden geçmemeliyiz.

Pamuk “yeni” romanında boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatını anlatsa da, 1969-2012 yılları arasına yayılan bir değişimin öyküsünü anlatırken; “Yazarın oldukça detaylı ve akıcı üslubu ile İstanbul’un dönüşümüdür gerçek özne. Arkaplanda köyden kente doğru yaşanan göçün toplumsal psikolojisini de başarıyla aktarır…

Roman, 1971 darbesi veya 12 Eylül gibi önemli siyasi gelişmelerin şehre ve insanlara etkilerini de ıskalamıyor…

Bazen ansiklopedik bir tada bürünen Kafamda Bir Tuhaflık, aslında bir göç sosyolojisi ve siyasi tarih kitabı gibi de ilerliyor…

1970’lerin ‘milliyetçi – solcu’ ikiliğiyle şekillenen ortamını da ilerleyen onyılların kendine mahsus siyasi ve ekonomik iklimlerini de romanın ardında takip ediyorsunuz.

‘Kafamda Bir Tuhaflık’, farklı karakterlerin ağızlarından ilerledikçe, 70’lerin, 80’lerin, 90’ların ve 2000’lerin ilk onyılının siyasal ve sosyolojik atmosferinin metnin temeline inşa edildiğini fark ettikçe katman katman açılan bir roman,”[3] der Kahraman Çayırlı…

Burada bir soru(n) vardır: O da Pamuk’un yaşadığı coğrafyadaki serüveni bir izleyici konforuyla, tarihi yaratmak yerine yorumlamakla yetinen fildişi kuledeki bir post-modern liberallikle iktifa etmesidir.

Tam da bunun için A. Ömer Türkeş’in, “Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık’ta bir kez daha gündelik hayat tarihçiliğine yönelmiş, yoksulluğun karakteristiğini ortaya çıkaracak eşya bulmanın zorluğundan olmalı, müzesinde olgular ve olaylar yığılı bu kez… Kafamda Bir Tuhaflık benim açımdan düş kırıklığı oldu. Kurgu ve bakış açısında yenilik arayışlarından söz edilse bile, romanın bütününde Cevdet Bey ve Oğulları’nda, İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de, Masumiyet Müzesi’nde işlenen temalara Kar’ın liberal ideolojisi eklenerek elde edilmiş bir ‘potpuri’ havası hissettim,”[4] saptamasının altı çizilmelidir.

Pamuk’un bu konumunu görmezden gelerek, “iddia”nın cazibesine kapılanlardan Korkut Akın, “… ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ iyi ki okudum dedirtebilecek, güzel bir roman. Geç kalmamakta yarar var”;[5] Semih Gümüş, “Sıradışı, merakla okunacak bir hikâyedir bu”; Asuman Kafaoğlu-Büke, “Pamuk yazdığı sürece benim için okumak, heyecan verici bir etkinlik olarak kalmak zorunda,” derlerken; “Pamuk’un Galatasaray’daki Yapı Kredi Kitapevi’nde gerçekleştirilen, ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın imza gününde kitabı imzalatmak için gelenler İstiklal Caddesi’nde uzun kuyruklar oluşturdu. Yaşanan yoğunluk üzerine Orhan Pamuk, okurlarına, kitaba imzanın dışında isim yazdırmamaları konusunda ricada bulundu. Pamuk’a kitabı imzalatanlar, yaşadıkları heyecanı anlattı,”[6] türünden -sipariş- reklamlar dört yanı kapladı…

Aslı sorulursa Pamuk reklamına Ekim 2013’de başlamış ve demişti ki:

“Şöyle bir şey söyleyebilirim: ‘Masumiyet Müzesi’ Türkiye’de 180 binin üzerinde sattı. Bunun da yarısı İstanbul’da satmıştır. Yalnızca İstanbul’da bile 100 bin kişinin evinde kitabın içinde müzenin bileti var. Bunun beşte biri geldi. Demek ki daha gelecek olan ziyaretçilerin hepsi gelmedi. Bu bir sergi değil müze. İnsanlar hemen gelmez. Yeni ekleri biraz vakit geçtikten sonra yapayım. Bir de şimdi yazmakta olduğum ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ı bitireyim diye uğraşıyorum… Artık bir an evvel yayımlamak istiyorum.”[7]

Roman satışıyla[8] pazarlanan müze bileti yanında ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın reklamı!

İcraatlarıyla Olivier Lockert’in, “Özgüven, vasıfsızlığı gidermez,” sözünü anımsatan Pamuk, bu kadar çok yönlü ve derinliklidir…

* * * * *

Medyatik ve görünür olmayı; vitrinde kalmayı çok ama pek çok seven post-modern Pamuk birçok eleştiriyi sonuna değin hak ederken; artık “Yetmez ama evet”in AKP dizaynınca da “gereksiz” ilan edilmiştir; “Pamuk, üzerinde ilk kez gördüğümüz ve pek de yakışmadığını düşündüğümüz sınıfsal kibir libasını giyer ve AKP seçmenine satır arasında hakaret eder,”[9] diyen Özlem Albayrak’ın satırlarındaki üzere…

Feridun Andaç’a bile, “Pamuk’la Türkçe ve bu dille yaratılan edebiyat ödüllendirilmişti aslında. Onun bunu ne kadar önemsediğini bilemem! Ama ben önemsediğim için kalkıp Stockholm’e gitmiş, onun ödülünü aldığı tarihi törene katılmış, yazılar da yazmıştım… Çünkü, bir dilin/bir edebiyatın, uluslararası bir ödülle arenaya çıkmasını zamanımızın ‘kültür endüstrisi’ aktörlerinin bir işi olduğunu hiç mi hiç düşünmedim,”[10] yazarın pozisyon kaybettiği bir “sır” değil.

Gerçekten de ‘Kar’ ve ‘Masumiyet Müzesi’ romanlarından hareketle kadının erkek egemen toplumdaki yerini inceleyen ‘Pamuk Kadınlar’ başlıklı yapıtı[11] kaleme alan ‘İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları’ bölümünde A. Şule Süzük Toker’in, “Pamuk, 90’lı yıllardan itibaren Türkiye’de önemli bir yazar kültü, hegemonik bir alan oluşturdu. Bu alana dair bir eleştiri yapılmadığını gördüm. Herkesin post-modern romanın nimetlerinden söz ettiği, Pamuk’u olumladığı bir hat söz konusu idi,” saptamasının artık “miş”li geçmiş olduğu koordinatlarda yeniden gündem olmak için el attığı alan ‘Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin açılışındaki video konuşması ile “Nâzım Hikmet’le ilgili bazı iddiaları” dillendirmesiydi.

Pamuk’a göre “hagiografiler (kutsal yazılar) Nâzım Hikmet’i kültleştirilip tartışılmaz hâle getirmişti.”

Mesela Nâzım Hikmet’in Kemalizm konusundaki tutumu ya da “Nâzım Hikmet’in doğru düzgün bir biyografisinin yazılmadığı, yazılmış olanların bir biyografiden çok aşırı övgülerden oluşan ve gerçekleri tahrif eden birer ‘hagiografi’ olduğu” gibi…

Bunların hepsi laf-ı güzaftır.

Nâzım Hikmet’in Kemalizm konusundaki tutumu dönemin TKP’si ile SSCB’sinden bağışık olmasa da; Ermeni meselesinde, 1950’de hapisten çıktıktan sonra yazdığı ünlü ‘Akşam Gezintisi’ şiirinde, “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini./ Fakat seviyor seni,/ Çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” dizeleri ile yine Nâzım Hikmet’in Kürt meselesinde de “Kamuran Bedirxan’a Mektup”u[12] Pamuk’un “iddiaları”nı boşa çıkarmaya yeter de artar bile…

Kaldı ki Pamuk’un, “Nâzım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı romanı, ufkunun Türkiye’nin milli sorunlarıyla sınırlı kalmaması, hayattaki temel değerleri araştırması ve kahramanlarının yaşadıkları hayatın kozmopolitliği ile Türkiye’de yazılan ‘Avrupalı’ romanların en eski ve en önemlilerindendir,”[13] dediği de bilgimiz dahilindedir…

Biyografilere gelince farklısı yazılmıştır; daha farklısı varsa o da yazılıp, yayınlanmalıdır. Bu Nâzım Hikmet’in “sonu” olmaz…

Bir şey daha: Nâzım Hikmet TKP’li bir mücadele insanıdır; yürekli bir militandır ki, Pamuk’ta olmayan ve Pamuk’un anlamadığı da tamı tamına budur!

O Pamuk ki, ‘Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin açılışındaki öğrencilerin protestolarının da etkisiyle açılış törenine katılmayıp konuşmasını video kaydıyla yapacak kadar yüreksizdir…

Ve Pamuk konuşmasında “Nâzım Hikmet’le ilgili bazı iddialar dile getirdi. Bunları söylerken bir tartışma yaratacağını da öngörmüş olmalı ve göğüsleyebilmeliydi değil mi?

Bunu yapamayan biri şimdi kalmış ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ ile 70’lerin, 80’lerin, 90’ların ve 2000’lerin ilk on yılını anlatıyor… Tabii dinlemek isteyenlere!

* * * * *

Şimdi, şu an birilerinin “Haksızlık etmiyor musun?” dediğini duyuyor gibiyim…

Hayır haksızlık etmiyorum!

Orhan Pamuk arkadaşlarının ona hep paranoyak suçlamasında bulunduğu yorumunu getirip, “Paranoyak olmayayım da ne yapayım? Romanın hep paranoyak bir yanı vardır,” derken;[14] ‘La Repubblica’ya röportajında da, “Ben ailenin idiotuydum” diye ekler…[15]

Kendini “paranoyak” ve “idiot” olarak betimleyen bir yazarın dedikler eğer doğruysa, vay okurun hâline…

Kendini böyle sunan yazar, Suriye lideri Beşşar Esad’a, “İstifa et, yoksa sonun Saddam ve Kaddafi gibi olacak” uyarısında bulunan açık mektuba imza koyarken; ne El Nusra’ya ne de IŞİD’e tek laf etmekle boyundan büyük işlere kalkışmaktadır.

Ancak bunda şaşırtıcı bir şey yoktur; Pamuk boş büyük laflar etmekle maruf birisidir.

Mesela ‘Die Zeit’ dergisine verdiği röportajda, “Burjuvazi beni sinirlendiriyor. Kibirleri, dar görüşlü bir şekilde bencillikleri ve kendi ülkesinin insanlarından nefret etmeleri beni öfkelendiriyor. Olağandışı Türk üst sınıf, askeri darbelerden ve de Kürtlere karşı yapılan kötü muameleden dolayı rahatsız olmuyor. Çoğunluğu oluşturan başörtülü kadınlara yukarıdan bakıyor. Bu da bana eskiden Güney Afrika’da beyazların siyahlara olan davranışını hatırlatıyor,”[16] diyor…

Onu alkışlayanlar gibi Pamuk’un da Kürtler konusunda ne yaptığı meçhulken; aynı zatın “başörtüsü” konusundaki hassasiyetini (ki buna kimsenin itirazı yok) işçilerden, emekçilerden yani burjuvazi tarafından sömürülenlerden neden esirgediği de (bir post-modern tarzı olarak) “sır” olmasa gerek!

Burada durup, Nobel’i reddeden Jean Paul Sartre’ın, “Biliyorum ki emekçi sınıfın özgür bırakılmasından başka bir kurtuluş yolu yoktur,” uyarısının altını çizip ekleyelim:

Elias Canetti (1905-1994), 1976 yılında kaleme aldığı ‘Yazarın Uğraşı’ başlıklı denemesinde yazarı “Bütün değişimlerin savunucusu” diye niteleyip ekler: “Yazarların başkalarının deneyimlerini kendi iç dünyalarında yaşamaya yönelik istekleri, hiçbir zaman normal ya da resmi yaşamımızı oluşturan amaçlarla belirlenmemeli; bu istek, başarı ya da geçerlilik kazanma niyetlerinden tümüyle bağımsız kalmalı, başlı başına bir değişim tutkusu yapısını taşımalıdır…”

Vladimir Mayakovski, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir”; Nurdan Gürbilek, “Sanat bir şeyi kurtarmak için de yapılabilir, yıkmak için de,”[17] derlerken; Edip Cansever de, şiirinde öfke için yanımıza “Marks, Lenin” almamızı tavsiye eder.

Bitmedi: Victor Jara, “Sanatçı, çağını yansıtabildiği ölçüde sanatçıdır, sanatçı kurulu düzenin karşısındadır, sanatçı devrimcidir”; Herbert Marcuse, “Özgürlüğün ilk gerçekleştiği yer sanattır,” gerçeğinin altını çizerlerken, Ursula Le Guin de haykırır:

“Direniş ve değişim sanatta başlar… Şu anki yaşayışımızın alternatiflerini görebilen, korkuya kapılmış toplumumuzun ve takıntılı teknolojilerinin içyüzünü, varoluşun başka yollarına kadar görebilen ve hatta umut için gerçek dayanaklar hayal edebilen yazarların seslerini isteyeceğimiz zor zamanlar geliyor. Özgürlüğü anımsayabilecek yazarlara ihtiyaç duyacağız. Şairlere, hayalperestlere: Daha büyük bir gerçekliğin gerçekçilerine…”

Pamuk’un ya da onu alkışlayanların bunlardan haberi var mıdır?

* * * * *

Devam edelim…

Medyatik dengelerin sarkacı Pamuk, kah AKP ve AB’yi alkışlar, kah tersi…

“Darbenin 30. yıldönümünde kurulan sandıkta ‘Evet’ diyeceğim. 12 Eylül’le hesaplaşmanın yolu açılıyor. Yargı süreci başlamasa bile referandum 12 Eylül’ün vicdanlarda mahkûm edilmesini sağlayacak,” diyen “Yetmez ama evet”çi Pamuk, daha sonra ‘Süddeutsche Zeitung’ ile ‘The Guardian’ gibi gazetelerde yayımlanan yazısında AKP hükümetinin Taksim politikalarını “İstanbul’da olup bitenlerin nasıl başladığını ve sokaklarda polisle çatışan ve biber gazıyla boğulurcasına zehirlenen cesur insanları anlamak”tan söz edip, “Hükümetin gittikçe artan baskıcı ve otoriter tutumu”nun altını çizerek eleştirdi…[18]

Aynı biçimde ‘France Inter Radyosu’nda da AKP hükümetini eleştirip, “Türkiye’de insan hayatı çok ucuz. İfade özgürlüğünün önüne perde çektiler. Medya kontrol altında. Otoriter bir yönetim iktidarda. YouTube ve Facebook’u yasaklama biçimleri otoriter. Dürüst olup bu hükümeti eleştirmemek mümkün değil. İnsan hakları, medyanın kontrolü ve ifade özgürlüğü alanlarında yaptıkları nedeniyle,” dedi.[19]

Bu taban tabana ters tutumlar, rüzgâr nereden eserse, o yöne eğilmek değil de nedir?  Bugün “Hayır” deseler de, AKP totalitarizminin önünün açılmasında “Yetmez ama evet”çilerin de sorumluluğu söz konusudur!

Ve AB…

Pamuk, Danimarka’nın en büyük kültür 1 milyon Kron’luk ‘Sonning’i Kopenhag Üniversitesi Rektörü Ralf Hemmingsen’in elinden alırken; “2004 yılında bu ödülü alsaydım belki Türkiye’nin AB’ye girmesi için propaganda yapardım. Ama Avrupa’nın sorunları yüzünden o tatlı günler biraz geride kaldı. Avrupa yalnızca Avrupa Birliği anlamına gelmiyor. Hepimiz için, Türkiye’de birçok kişi için hatta en önemlisi Kemal Atatürk için de Avrupa düşünceler fikirler, sanat, kültür anlamına geliyor. Avrupa bizi yapandır,” derken; Danimarkalı gazetecilerin Ermeni soykırımı konusunda sorularını yanıtsız bırakmıştı…[20]

Böylesine AB’ci Pamuk, yine ‘The Independent’dan Shaun Walker’a röportajında, “sağcı” basının kendisine karşı kampanyasının 2010 yılına kadar sürdüğünü, AB projesi çökünce de rahatladığı vurgusuyla, “Çok rahatsız oldum. Ama şimdi daha rahatım” diyerek ekledi: “Belki de bir ölçüde Nobel ödülü yüzündendir. Ama ülke de değişti. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması için çalışıyordum ve tüm proje çöktü. Böylece üyeliği savunanlara yönelik kötü enerji de ortadan kalktı.”[21]

Ayrıca, ‘El Pais’e demecinde, “Türkiye’de özellikle Avrupa ile birleşmeye inananların kalplerin kırıldığını” belirterek “İlk Sarkozy ve Merkel’in açıklamaları, daha sonra ekonomik kriz ve 2008’deki finans krizinden Türkiye’nin çok fazla etkilenmemesi, Türkiye’nin Avrupa perspektifinin gerçekleştirilmesini zor bir hâle getirdi. Artık Türkiye, Avrupa’ya doğru yürümüyor diye ağlamıyorum. Avrupa, üst sınıf için bir rüya olmaya devam ediyor. Ama ekonomik patlama Avrupa heyecanını azalttı. Avrupa ile birleşme çoğunlukta ekonomik bir arzu. Siyasi veya kurumsal değil,”[22] diye konuşan Pamuk, 27 Ekim 2012’de ‘La Repubblica’daki makalesinde, “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik deyişi unutuldukça Avrupa, krizin de etkisiyle dini ve etnik kimliğin baskın olduğu muhafazakâr bir yere dönüşüyor,”[23] notunu düştü!

Kah öyle, kah böyle; post-modern Pamuk böyledir! Dedim ya; rüzgâr nereden esiyorsa…

* * * * *

Bir kez daha tekrarlayalım: Aşk(lar)ından, iş(ler)ine bunda şaşırtıcı bir şey yoktur, nihayetinde her şey medyatik olmak değil midir?

“Aşk”ın da “Masumiyet” sıfatıyla nitelendirildiği “müze” gibi metalaştırıldığı tabloda dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Masumiyet Müzesi”ni tek kelimeyle özetledi: “Muazzam”. Hem kültür sanat hayatımıza hem kültür turizmine büyük katkı sağlayacağını belirtti. 60 dile çevrilen Pamuk’un yabancı okurlarının merak edip bu müzeyi görmeye geleceğini vurguladı.

Oya Eczacıbaşı, Masumiyet Müzesi’ne sadece bir müze olarak bakamadığını söyledi. Müzenin başlı başına bir sanat eseri olduğunu ve bu müzeyle birlikte Pamuk’un içinde kalan ressamı dışarı çıkardığını ifade etti.[24]

Ertuğrul Günay ile Oya Eczacıbaşı’ndan sonra ben ne diyebilirim ki?!

“Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz,”[25] diye tanımladığı ve 28 Nisan 2012’de açılan müzesine ilişkin Pamuk’un, “Müzeye ne kadar harcadınız” sorusunu, “Nobel’den çok daha fazla tuttu, ama rakamın ne kadar olduğunu bilmek istemedim” diye yanıtladığı[26] meselede en iyisi sözü Mutlu Tönbekici’nin şu satırlarına bırakmak:

“Muazzam bir çalışma olmuş! Başından beri ‘kitaptan müze’ fikrini olağanüstü buluyordum fakat bu kadar güzel uygulanacağını tahmin etmemiştim.

Bina tam okurken hayal ettiğim gibi…

– Althusser ‘masum okuma yoktur’ der. Masum yazma da yoktur. Hele hele yazdığını masum müze yapmak da yok. Okuyup müzeye gidip röntgenlemek iyice masumiyet dışı.

Ve bütün bunları Masumiyet Müzesi’nde yapıyoruz.”

Evet Gül Kireklo’nun, “Pamuk’un romanını ‘gezip görme’ şansı veren müzeyi, bir yılda 40 bin kişi gezdi. Bunlardan 10 bini öğrenciler oldu. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un “eşyaların sihrine inananlar tarafından” yapılmış müzesi, dünya medyasında da 2012 yılında en çok sözü edilen Türk müzesi oldu,” diye sunduğu şey, medyatik Pamuk’un bireyciliği öne çıkarmasından başka bir anlam taşımıyor!

* * * * *

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji’den Yrd. Doç. Dr. Barış Büyükokutan ile Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi’nden Yrd. Doç. Dr. Volkan Çıdam’ın, “Popülist Sol Nefretin Müphem Nesnesi: Entelektüel” alt başlığında “Pamukoloji” avukatlığına soyunmalarının “mazeret” üreten bir epigonluktan başka anlam taşımadığını ifade ederek[27] diyeceklerimi topluyorum…

Ayfer Tunç’un, “Sadece 25 yılın değil, genel olarak Türkçe edebiyatın en önemli olayı Pamuk’un Nobel almasıdır. Pamuk’un Nobel ödülü alması kadar önemli bir olay daha yoktur Türk edebiyatında…”[28]

Haydar Ergülen’in, “Pamuk benim için, ilk romanı ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndan başlayarak büyük romancıdır…”[29]

Semih Gümüş’ün, “Kara Kitap, bizim edebiyatımızda daha önce benzeri olmayan bir romandı…”[30]

Hâle Seval’n, “Pamuk’un iki kitabı Masumiyet Müzesi ve Şeylerin Masumiyeti, hem felsefi hem de antropolojik açıdan incelenebilecek nitelikte. Her iki roman da “dış dünya-düşünme-dil” ve “insan-dünya-bilgi” üçgenleri çerçevesinde anlama, yorumlama ve açımlamaya çalışılıyor…”[31]

Cengiz Alkan’ın, Eğer iyi bir okur iseniz (ya da ‘Saf ve Düşünceli Romancı’yla aynı tarihlerde okurlara sunulan ‘Genç Bir Romancının İtirafları’nda Umberto Eco’nun tabiriyle ‘örnek okur’…), Orhan Pamuk’u beğenseniz de beğenmeseniz de Türk ve dünya edebiyatı tarihinde mühim bir yer tuttuğunu kabul edersiniz…”[32]

Onur Bilge Kula’nın, “Pamuk’un yazar olarak dünya ölçeğinde ulaştığı yazınsal başarısının rastlantı olmadığı, romancılığını büyük emekle ve sağlam felsefi temeller üzerine kurduğunu ortaya koymaktadır…”[33] türünden mesnetsiz övgülerini gülümseyerek okudum; Anton Çehov’un ‘Martı’sındaki, “Siz tutucular, sanat alanında subaşlarını tutmuşsunuz bir kere, kendi dışınızdakilere yaşama hakkı tanımıyorsunuz. Sadece kendi yaptıklarınızı kurala uygun ve gerçek sayıyorsunuz. Sanatçı saymıyorum sizi,” uyarılarının altını çizerek; hiçbirine ve benzerlerine katılmıyorum!

Çünkü Pamuk’un roman sanatı konusundaki[34] “Kelimeleri hayalimde resimlere çevirmek için çırpındım”… “Romancının ilk ve asıl işi bir kahraman icat etmektir”… “Roman yazmak, kelimelerle resim yapmaktır”… “Roman sanatı hayatı doğru temsil etmektir,” türünden görüşleri (ve icraatı) olsa olsa post-modernler için muteberdir; ama asla bizim için değil!

Unutulmasın: Alberto Manguel’in ifadesiyle de, “Edebiyat ideal okurlara değil, sadece yeterince iyi okura bağlı”yken; sanat, edebiyat sadece ruhumuzdan bir alıntı yapmak değildir; o sokaklara ve tarihe mündemiçtir; olmalıdır, olmuştur ve olacaktır da…

Ötesi, modadır; geçicidir; laf-ı güzâftır…

3 Ocak 2015 14:40:28, Ankara.

N O T L A R

[*] İnsancıl, Yıl:25, No:295, Şubat 2015…

[1] Can Yücel.

[2] Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, Yapı Kredi Yay., 2014.

[3] Kahraman Çayırlı, “Kafamda Bir Tuhaflık”, Evrensel, 15 Aralık 2014, s.12.

[4] A. Ömer Türkeş, “Şehrin Yitik Sesleri”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:720, 2 Ocak 2014, s.10-11.

[5] Korkut Akın, “Kitap Tanıtımı: Kafamda Bir Tuhaflık”, Gelecek, No:130, 19 Aralık 2014, s.23.

[6] “İstiklal’de Orhan Pamuk Kuyruğu”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2014, s.19.

[7] Cem Erciyes, “Pamuk: Artık Yeni Romanımı Bitirmek İstiyorum”, Radikal, 27 Ekim 2013, s.16-17.

[8] Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, 10. Baskı, İletişim Yay., 2012.

[9] Özlem Albayrak, “Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk ve Bölünme Sorunsalımız!”, Yeni Şafak, 28 Mayıs 2014, s.12.

[10] Feridun Andaç, “Nobel’li Pamuk’u Gündeme Taşımak”, Milliyet, 8 Eylül 2013, s.22.

[11] A. Şule Süzük Toker, Pamuk Kadınlar, Kalkedon Yay., 2013.

[12] Nâzım Hikmet’in ünlü Kürt yurtseveri ve dilbilimcisi Kamuran Bedirxan’la İstanbul’da uzun yıllara dayalı bir dostlukları bulunduğu az bilinen bir olgudur. 1983 yılında Paris Kürt Enstitüsünün yayın organı olan ‘Hêvî’ dergisi, Enstitüye bağışlanan Kamuran Bedirxan’in arşivinde bulunan, Nâzım Hikmet tarafından Kamuran Bedirxan’a yazılmış 1961 tarihli bir mektubu orijinaliyle birlikte yayınladı. [Mektubun orijinali Paris Kürt Enstitüsü Arşivindedir] Bu mektupta Nazım Hikmet’in Kürt sorununa ilişkin genel yaklaşımını bulmak mümkündür… http://www.enternasyonalforum.net/tarihte-bugun/2527-nazim-hikmet-ten-kamuran-bedirxa-na-mektup.html

[13] Orhan Pamuk, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”, Radikal, 29 Temmuz 2012, s.18.

[14] “Pamuk: Paranoyak Olmayayım da Ne Olayım”, Radikal, 10 Nisan 2013, s.32.

[15] “Pamuk La Repubblica’ya Konuştu”, Hürriyet, 21 Şubat 2013.

[16] Mehveş Evin, “Pamuk’u Taca Çıkaran Burjuvalar”, Milliyet, 27 Ağustos 2012, s.6.

[17] “Nurdan Gürbilek: ‘Güçlü Edebiyatın Ardında Hemen Her Zaman Bir Kriz Var’…”, 18 Mayıs 2013… http://www.notosoloji.com/nurdan-gurbilek-guclu-edebiyatin-ardinda-hemen-her-zaman-bir-kriz-var/

[18] Orhan Pamuk, “Erdoğan Hükümeti Baskıcı ve Otoriter”, Radikal, 6 Haziran 2013, s.34.

[19] “Türkiye’de İnsan Hayatı Çok Ucuz”, Taraf, 22 Mayıs 2014, s.7.

[20] Ünsal Turan, “Danimarka’dan Orhan Pamuk’a Büyük Ödül”, Hürriyet, 26 Ekim 2012.

[21] “Pamuk: AB Projesi Çöktü, Üzerimdeki Baskı Azaldı”, Hürriyet, 20 Ağustos 2012.

[22] “Avrupa, Türkiye’de Çok Kalp Kırdı”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2012, s.13.

[23] “Pamuk La Repubblica’da: ‘Avrupa Muhafazakâr Bir Yere Dönüşüyor’…”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2012, s.16.

[24] Filiz Aygündüz, “Pamuk’un Düğünü!”, Milliyet, 29 Nisan 2012, s.6.

[25] “Müzeler İçin Mütevazı Bir MANİFESTO”, Taraf, 20 Nisan 2012, s.17.

[26] “Bir Roman Yazdım ve Müzesi Oldu”, Taraf, 14 Nisan 2012, s.7.

[27] “Nedir bu nefret ve tepkinin sebebi? Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş… İlk etapta meselenin metnin ideal-tipik okuru olamama hâliyle ilintili olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Orhan Pamuk’un metinlerinin okuyucu nezdinde bir anlam ifade edebilmesi için dünya edebiyatıyla tanışık ve barışık olmak; yazarın Thomas Mann’la, Marcel Proust’la sohbet ettiğini bilmek ve bundan haz almak önkoşul. Uzun lafın kısası, Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş.

Korkulan bir figür… Orhan Pamuk gibi yazarlara duyulan nefret modern sağın sözlüğünde antisemit bir biçim almıştır hep: Kozmopolitliği, gezer-göçerliği ve dolayısıyla dejenereliği nedeniyle aşağılanması gereken, ama hayali ya da gerçek uluslararası bağlantıları nedeniyle de korkulan bir figürdür sağ için entelektüel. Bu figürün arketipi ise Marx’ın hayaleti elbet…

Orhan Pamuk’un iyi bir yazar olmadığı, kitaplarının başarısını ‘kültür endüstrisi’ne ve küresel bir halkla ilişkiler stratejisine borçlu olduğu iddiaları var. Sermaye ve edebiyat ilişkisini bu denli indirgemeci bir perspektiften ele alabilmek ise ancak edebiyatın uzun mücadeleler sonucunda kazandığı göreli özerklikten habersiz olmakla ve Marx’ın eleştirmeye bile değer bulmadığı kaba bir materyalizmin/ekonomizmin tuzağına düşmekle mümkün…

Orhan Pamuk’un ürettiği edebiyat ve söylemin iktidarın sözcülüğünü yaptığı; Orhan Pamuk ve ona destek olanların burjuva, ‘Yetmez ama evet’çi ve – en kötüsü – ‘liberal’ hainler olduğu savlarını duyuyoruz. Buna sebep olan şey bu ‘liberal hain’lerin AKP iktidarına ilk yıllarında savaş açmamış olması…

Diyelim ki popülist solun ’liberaller’i gerçek bir tarihsel özne. Ve diyelim ki bu liberaller yanılmış, aldatılmış olsun, yanılgıları ve aldatılmaları da kendi basiretsizliklerinin sonucu olmuş olsun. Yine de şunu sormak gerekmez mi: ‘Liberaller’in bir kere yanılmış olması hep yanılacakları anlamına mı gelir?” (Barış Büyükokutan-Volkan Çıdam, “Popülist Sol Nefretin Müphem Nesnesi: Entelektüel”, 2 Ocak 2015… http://www.yenidenatilim.com/?pnum=8623&pt)

[28] Doğan Hızlan, “Ayfer Tunç Konuşulacak”, Hürriyet, 16 Nisan 2014, s.22.

[29] Haydar Ergülen, “Ama…”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2012, s.15.

[30] Semih Gümüş, “Bir Romanın Sırları”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:660, 8 Kasım 2013, s.6-7.

[31] Hâle Seval, “Orhan Pamuk’un İki Yapıtı: Masumiyet Müzesi’nde Şeylerin Masumiyeti”, Cumhuriyet Kitap, No:1208, 11 Nisan 2013, s.12-13.

[32] Cengiz Alkan, “… ‘Yeni Hayat’ Üzerinden Pamuk”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:552, 14 Ekim 2011, s.7.

[33] Onur Bilge Kula, “Schiller’den Orhan Pamuk’a ‘Saf ve Düşünceli Edebiyat’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1136, 24 Kasım 2011, s.16-19.

[34] Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Roman, İletişim Yay., 2011.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu