GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | “Çökme Rejimi” Kendini Tahkim Ederken Örgütlenmede Israr, Devrimde Isrardır

"Türk hakim sınıflarının temsilcileri “istikrarsızlığa çare” olarak getirdikleri 50+1 şartının “kimin eli kimin cebinde belli değil” diyerek istikrarsızlık ürettiğini söylemektedirler. İstikrar dediklerinin kendi sınıf çıkarları olduğu açıktır"

Mayıs 2023 seçimlerinin ardından istikrar kazanacağı propaganda edilen Türk hakim sınıf siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle kriz üstüne kriz yaşamaya devam ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden, milletvekilliği seçimlerinden de istediği sonuçları alamayan burjuva muhalefetin kendi içinde yaşadığı tartışma ve ayrışma, belli oranda anlaşılırdır. Süreç açısından erken olan ise seçimleri kazanan AKP-MHP arasında yaşanan dalaştır. Halkımızın deyimiyle “daha kırkı çıkmadan” iktidar partileri arasında iktidar dalaşı başlamıştır.

Önce eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yerine atanan bakanın artık tüm dünyanın bildiği bir sır olan, başta uyuşturucu ticareti olmak üzere çeşitli suç örgütlerine yönelik, kitle iletişim araçlarıyla da desteklenen göstermelik operasyonlar ve ardından Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında yaşanan restleşme ile ortaya çıkan tablo, TC faşizminin yeni sürecine dair işaretleri göstermektedir.

Sabık içişleri bakanının bu türden mafya örgütleriyle ilişkileri biliniyor. Neredeyse her kriminal şahısla fotoğraf albümü olan bu bakan eskisinin yerine atanan içişleri bakanına atfedilen mafya örgütlerine yönelik operasyonlar, gerçekte asıl hedefinden uzak göstermelik olsa da, ortaya çıkan tablo, TC rejiminin yüzüncü yılında ulaştığı “uygarlık seviyesini” göstermesi açısından önemlidir.

Yüz yıldır Türkiye halkına ve coğrafyamız halklarına zulmeden, ilerici-demokratik her adımın ve gelişmenin karşında duran rejimin yüzüncü yılında geldiği aşama “uyuşturucu ticareti” ve “kara para aklama” ile tanınmak olmuştur. Buzdağının sadece görünen kısmına yapılan medyatik operasyonların gösterdiği tablo budur. Türk faşizminin ve ırkçılığının alameti farikası olan her türlü kriminalize iş devlet katında hiç bu kadar geçer akçe olmamıştı. Dünyanın neredeyse bütün mafyatik kişiliklerine parayla vatandaşlık verildiği, “ay yıldızına ölünen” pasaportların her türlü kriminalize iş için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Kuşkusuz bu tür kriminalize işler ve mafyatik kişilikler sadece Türkiye’ye özgü değildir. Bu durum, sistemin genel işleyişine uygundur. Esasen kapitalizmin kendisi artı değer gaspı üzerine kuruludur. Sömürü, yağma ve talan üzerine kurulu olan kapitalizm, sermaye birikimini bu tür yöntemlerle gerçekleştirir. Burjuvazi hakim sınıf olarak başta ideolojik ve kültürel alan olmak üzere devlet aygıtına hükmettiği oranda bu işleyişi “meşru”laştırır.

Burjuvazi, burjuva toplumun, saygın bir bireyi, örnek gösterilen müteşebbisi olarak ortaya çıkar.

TC rejimi de kapitalizmin bu genel işleyişinden bağımsız değildir. Başta rejimin en tepesi olmak üzere Sarayla bağlantılı ve “beşli çete” olarak tanımlanan ve gerçekte sayıları daha kalabalık olanların, devlet olanakları ve ihaleleri yoluyla servetlerine servet katmaları bilinmektedir. Türk hakim sınıfları olan komprador büyük burjuvalarının yanında özellikle AKP iktidarı döneminde palazlanan hakim sınıf kliği temsilcilerinin yanında şimdilerde birdenbire ortaya çıkan ve kısa sürede zenginleşenlere tanık oluyoruz.

Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye toplumuna ve özellikle gençliğe sanal medya paylaşımlarıyla “rol model” olarak önerilen bu tür kişiliklerin birkaçının, toplumda ortaya çıkan tepki nedeniyle gelinen aşamada tutuklanmaları bir şeyi değiştirmemektedir. Ve hatta arka planda ve esasen daha büyük olanları gizlemeye hizmet etmektedir.

Seçim sonrasında yeni içişleri bakanının icraatının övülmesi ve dahası “10 Kasım’da M.Kemal’i anması” nedeniyle başta Kemalistler olmak üzere kimi “muhalif”ler tarafından “işte liyakat” denilerek propaganda edenlerin dikkate almadığı nokta burasıdır. Ortada ne “çetelerle, mafyayla mücadele” vardır ne de “devlet adamlığı”(!) Yapılan ve edilen rejimin üzerinde yükseldiği bu zemine bir çekidüzen vermek, kimi teşhir olmuşların piyasadan temizlenmesidir. Kısaca mıntıka temizliğidir. Yoksa yeni içişleri bakanı döneminde de hakim sınıflar açısından işler yürüyecektir!

AYM-Yargıtay krizi bir “devlet krizi” değil yol hazırlığıdır!

Göstermelik de olsa yapılan bu operasyonların arkasında teşhir olmuşluğun etkisi varken, asıl dalaş “yargı”da yaşanmaktadır. TC faşizminde yargının hiçbir zaman “bağımsız” olmadığı bilinmektedir. Ne var ki gelinen aşamada, yargı içinden basına sızdırılan kimi belgelerde de görüleceği üzere çürümenin boyutu öyle bir hal almıştır ki, “adliye sarayı”na işi düşenin tarifeyle “yargılandığı” bir döneme geçilmiştir.

Göstermelik de olsa yargının bağımsızlığı bile savunulmamaktadır. Parası olanın iş gördüğü, bürokraside tanıdığı olanın yırttığı, muhalif olanın ise yıllara varan hapisle cezalandırıldığı, burjuva muhalefetin bile “adalet” istediği bir döneme geçilmiştir. Kendi yasalarını bile uygulamayan bir “hukuk devleti” söz konusudur.

Bunun son örneği Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Yargıtay arasında yaşananlardır. Bilineceği üzere tutsak durumdayken milletvekili seçilen Can Atalay’ın mevcut burjuva anayasasına göre serbest bırakılması ve mecliste yemin etmesi gerekmektedir. Kendi anayasalarının açık hükmü budur. AYM de rutin bir iş yapmış ve Can Atalay’ın tutukluğunun hak ihlali kararı olduğuna hükmetmiştir.

AYM’nin en üst mahkeme olarak kararlarının uygulanması gerektiği de bilinmektedir. Ne var ki Yargıtay AYM’nin bu kararını uygulamamakla kalmamış, Can Atalay hakkında tahliye kararı veren AYM üyeleri için suç duyurusunda bulunmuştur.

Kendi anayasalarını bile uygulamayan bir “hukuk devleti” gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Ortaya çıkan bu durum ve özellikle de yargının bu türden uygulamaları düzene muhalefet edenler, özellikle de devrimciler açısından bilinmiyor değildir. Söz konusu devrimciler olduğunda yargının kendi yasalarını bile uygulamadığı ve “milli yargı” olarak davrandığı bilinmektedir.

Hiç kuşkusuz ki, bu durum olağan bir hukuk devleti açısından bir krize işaret eder. Ancak TC’nin bir hukuk devleti olmadığı dahası faşist diktatörlük olduğu bilindiğinde anayasal hükümlerin pek kıymeti harbiyesinin olmadığı açıktır. En burjuva demokratik rejimlerde bile hukukun burjuva sınıfının hizmetinde olduğu bilinmektedir. TC faşizminde ise hukuk, rejimin sınıfsal karakteri gereği en başından beridir, “milli yargı” olarak işlev görmektedir ve ihtiyaç hasıl olmadığında başta anayasa olmak üzere her türlü yasanın bir önemi olmadığı bilinmektedir.

TC tarihi bunun sayısız örneğiyle doludur. “Milli yargı”nın son olarak Hrant Dink’in katilini serbest bırakması ortadır. Hrant Dink’in katledilmesinin öncesinde ve sonrasında rol oynayanların yargılanmadığı, doğrudan devlet örgütlenmesi olan bu cinayetin önce Ergenekon sonra Fethullah Gülen Cemaati denilerek sulandırıldığı ve göstermelik yargılamalarla üstü kapatıldığı ortadır. “Milli yargı” işini öyle temiz yapmıştır ki, katiller “örgüt üyeliğinden” bile sayılmamıştır.

Sanal medya paylaşımlarından, devrimci önderlerin anılmasından ya da hapishanedeki tutsaklara para yatırmaktan örgüt üyeliği çıkartan yargı, Hrant Dink’in devlet eliyle örgütlü bir şekilde katledilmesinde örgüt bulamamıştır.

Dolayısıyla AYM kararını tanımayan Yargıtay kararı üzerinden yasa ve hukuk tartışması yapmaya kalmak, anayasanın ihlal edildiğinden dem vurmak iflah olmaz bir düzeniçiliktir. Nitekim her biri kendi başına anayasal düzeni ihlal eden askeri darbelerden, “Anayasa’yı bir kez delmekle bir şey olmaz” diyen cumhurbaşkanına, dahası anayasaya göre Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci kez aday olması mümkün olmayan ancak mağdur olmaması için aday olan R.T.Erdoğan’ın aday olmasına kadar her fırsatta anayasanın ihlal edildiği bilinmektedir.

Unutmamak gerekir ki, başta anayasa olmak üzere her türlü yasa hakim sınıfların andaki ihtiyaçları için vardır. Bu ihtiyaca cevap olunmadığında ise “kervan yolda dizilir” misali önce harekete geçildiği ardından da yasa yapıldığı da bilinmektedir.

“Şahsım Cumhuriyeti”nin ve Saray rejiminin anayasal düzeninin, kitlelerin en demokratik hakkı olan ve hatta anayasalarında da var olan “toplanma ve gösteri hakkı”na yönelik günaşırı müdahalelerini anayasayı ihlal etmek olarak değerlendirmemek öte yandan iki mahkemenin kendi arasında yetki tartışmasını “darbe kalkışması” olarak tanımlamak ancak ve ancak ikiyüzlü bir tutumla açıklanabilir. Üstelik AYM’nin kararı ilk kez uygulanmıyor da değildir. Bilineceği üzere AYM, Cumartesi İnsanlarına yönelik uygulanan zulme dair iki kez “hak ihlali” kararı vermiş ancak bu karar uzunca bir süre uygulanmamıştır. AYM’nin kararlarının anayasal olarak bağlayıcı olduğu hatırlanmamıştır.

AYM ve Yargıtay arasında yaşananlar, halihazırda göstermelikte olsa var olan “milli yargı”nın anın koşullarına ve faşizmin yeni yönelimine uyum sağlaması çabasıdır. MHP’nin uzun bir süredir AYM’nin kapatılmasını istediği biliniyor. AKP’nin ise ilk başta kimi çatlak seslere rağmen, R.T.Erdoğan’ın açıklamalarında da görüleceği üzere doğrudan Yargıtay’ın kararında rolü olduğu anlaşılıyor. Kısaca ortada bir krizden ziyade, faşizmin önümüzdeki sürece göre kendini yeniden örgütleme hamlesi vardır.

Bir dönem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne “bireysel başvuru”nun önünü alabilmek için AYM’ye tanınan “bireysel başvuru” hakkı, faşizme bol gelmektedir. Amaçlanan göstermelik de olsa var olan bireysel başvuru hakkının dahi kaldırılmasıdır. Yerli ve milli yargının kitleler üzerinde faşist zor uygulamalarının kağıt üzerinde dahi sorgulanması istenmemektedir. Yeni anayasa tartışmalarıyla bu sürecin hazırlığı yapılmaktadır.

 Faşizmi yeni sürümüne karşı hazırlanmak

Nitekim R.T.Erdoğan, her fırsatta bunu hatırlatmaktadır. Defalarca değiştirdikleri anayasayı “satır aralarında darbeci zihniyetin ruhu” dolaşıyor ve “çağın gereklerine yanıt vermiyor” diyerek değiştirme ve “sivil anayasa” çağrısı yapmaktadır. Aynı Erdoğan, bizzat kendi getirdiği seçim kuralını da değiştirmeyi önermektedir: “50+1 şartının değişmesi konusunda aynı fikirdeyim, isabetli olur. Çoğunluğu alan adayın seçilmesi usulüne geçilmesi halinde Cumhurbaşkanlığı seçimi de seri olur, uğraştırmaz ve yanlış yollara da sevk etmez” demektedir. [18 Kasım]

R.T.Erdoğan’ın özellikle 50+1 şartının değişmesi gerektiği ve çoğunluğu alan adayın seçimi kazandığının ilan edilmesi gerektiği yaklaşımı, her ne kadar kendi iktidar hesapları için bir anlam taşısa da, Türk hakim sınıflarının önümüzdeki süreçteki sınıfsal ihtiyaçlarına yanıt olmayı hedeflemektedir.

Bu anlamıyla R.T.Erdoğan’ın hakim sınıfların “başarılı bir sözcüsü” olması tesadüf değildir.

Uluslararası koşullar, kapitalist emperyalist sistemin içinde bulunduğu durum ve dahası pandemi sorasında kapitalist mali krizin devam etmesi gibi nedenler, bu sisteme göbekten bağımlı olan Türk hakim sınıflarını kaygılandırmakta ve dahası kendilerince önlem almaya itmektedir. Türk hakim sınıfları artık “seçim işleriyle”, “göstermelik demokrasi” yöntemleriyle uzun uzadıya uğraşmak istememektedirler. Bir kerede halledip geçmek istemektedirler!

Türk hakim sınıflarının temsilcileri “istikrarsızlığa çare” olarak getirdikleri 50+1 şartının “kimin eli kimin cebinde belli değil” diyerek istikrarsızlık ürettiğini söylemektedirler. İstikrar dediklerinin kendi sınıf çıkarları olduğu açıktır. Nitekim bu tartışmalar sürerken “Yeni Kentsel Dönüşüm Yasası”nı mecliste kabul etmiş durumdadırlar. Bu yasayla hakim sınıflar “acele kamulaştırma” adı altında bütün memleket sath-ı mahallini “kupon arazi”ye dönüştürmeyi hedeflemektedirler.

AKP-MHP iktidarı afet bahanesiyle Şehircilik Bakanlığı aracılığıyla yerleşim yerlerini de “rezerv alan” ilan etmeyi ve bu alanlardaki bina ve konut sahiplerini üç ay içinde boşaltmayı yasalaştırmış durumdadır. Görünürde en temel burjuva hakkı olan “mülkiyet hakkı”na yönelik bu tasarruf, aynı zamanda AYM’nin kapatılması tartışmalarıyla birlikte değerlendirilmelidir. TC’nin “yeni yüzyıl”ı gelinen aşamada “çökme rejimini” yasallaştırma adımları atarak karşılamaktadır.

Rejim bu anlamıyla kendini tahkim ederken burjuva muhalefet ise anayasaya sahip çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bu seçim son seçimdir propagandası yapanlar bu kez Mart 2024 yerel seçimleri son seçim ilan etmekle meşguldürler. Burjuva muhalefet değişim çağrılarıyla yapılan lider değişikliğinden medet ummaktadır.

Yerel seçimler devrimci çalışma açısından ve özellikle kitlelerle temas etme bakımından, devrim ve sosyalizm propagandası yapma hedefiyle elbette önemlidir. Ne var ki Kürt illerindeki kayyım atamaları örneğinde görüldüğü üzere, düzenin genel işleyişi açısından belirleyici bir önemde biçilmemelidir. Örneğin bahsini ettiğimiz “çökme yasası”nda, rezerv alanı ilan edilen bölgelerde imar planı, parselasyon, ruhsat ve iskan aşamalarında merkezi iktidarın yetkili olacağı, belediyelerin söz hakkı bulunmadığı açık açık ifade edilmektedir.

Faşizmin kendini tahkim etmesi ve “çökme rejimi”ni güncelleyerek yasalaştırması karşısında kitlelerin devrimci eylemine yaslanmak, kitleler arasında örgütlenme faaliyetini ısrarla ve kararlılıkla sürdürmek, önümüzdeki fırtınalı günler açısından belirleyici önemdedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu