GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Zam, talan, rant, vergi, sömürü ve “çökme” cumhuriyeti: BU DÜZENE MECBUR DEĞİLİZ!

"Türkiye halkı “ekonomik kriz” adı altında uygulamaya konulan politikalarla daha da yoksullaştırılmakta, alım gücü düşürülmekte, çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüleştirilmektedir"

Türkiye halkının yaşamak zorunda bırakıldığı yoğun zam yağmuru altında dikkatler daha çok ekonomik kriz üzerine yoğunlaşmışken, uluslararası alanda Rusya’nın Ukrayna’yı işgal savaşının etkileri sürüyor.

Kuşkusuz bu işgal savaşının Türkiye’de başta gıda enflasyonu olmak üzere halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşullarla doğrudan ilgisi olmakla birlikte, iğneden ipliğe kadar her şeye zam yapılmasının, doğrudan ve dolaylı vergilerin artırılmasının nedeni, Türk hakim sınıflarının rejimidir.

Yani meselenin “dış güçler” yanı olmakla birlikte, yaşamak zorunda bırakıldığımız bu koşulların asıl sorumlusu Türk devletinin yüzyıllık sınıfsal karakterinde aranmalıdır.

Türk hakim sınıfları kendi devletlerini yüzyıl önce Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde; sınır içinde Ermeni, Rum ve Süryani soykırımında somutlanan, Hristiyan halkların “temizlenmesi” ve Kürt ulusunun, bir ulus olarak Özgürce Ayrılma Hakkı’nın gaspedilmesi demek olan Lozan Anlaşması’yla kurdular. Dönemin emperyalistleri açısından Türk hakim sınıflarıyla anlaşılmasının temel motivasyonu ise Kuzey’de gerçekleşen Bolşevik devrimiydi.

Diğer bir ifadeyle Türk hakim sınıfları kendi devletlerini ve cumhuriyet rejimlerini, yaşanan “Kızıl Tehlike’ye karşı emperyalistlere kabul ettirdi. Türk devleti emperyalist sermayenin sömürgesi olmaktan yarı sömürge bir rejim olmaya evrildi. Böylelikle Lozan Anlaşması’yla Türk devleti “emperyalist batı dünyası” ile proletaryanın ve ezilen hakların Komün’den sonraki ilk iktidarı arasında bir “tampon bir devlet” olarak kendini konumlandırdı.

Türk hakim sınıfları cumhuriyet rejimlerini kurarken temel hareket noktaları “muasır medeniyet seviyesi” dedikleri batılı kapitalist devletlerin seviyesine ulaşmaktı. Bu hedef elbette emperyalist sermayenin yarı sömürge bir rejim olarak emperyalizme karşı tam anlamıyla bir bağımsızlık mücadelesi vermeden gerçekleştirilemezdi.

Ne var ki cumhuriyet rejimini kuranlar; yüzyıldır, kendi rejimlerinin “emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı”yla kurulduğu yalanını propaganda etmeyi sürdürdüler. Emperyalizme karşı gerçek anlamda mücadele edenleri ise dönemine göre değişen tanımlamalarla “terörist” olarak tanımlayıp katlettiler, sürgüne yolladılar ya da hapse attılar.

Türk devleti yüzyıllık bu “muasır medeniyet seviyesi”ne yükselme tarihinde Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye halkının her türlü demokratik ve devrimci mücadelesini ezdi. Toprak isteyen köylüye jandarma dipçiği, haklarını isteyen işçilere polis, dilini konuşmak isteyen Kürde özel tim, inancını yaşamak isteyen Aleviye zabıta gönderdi. “Kutsal aile” adı altında kadın katliamlarını kutsadı. LGBTİ+ mücadelesini “emperyalizmin işi” diyerek manipüle etti.

“Dağına taşına, ırmağının akışına ölürüm” diyerek, doğa ve çevreyi kapitalist rant uğruna yağmaladı.

Yüzyıllık cumhuriyet rejiminin temel paradigması olan, “halka düşmanlık ve emperyalist sermayeyle işbirliği” değiştirilmeden sürdürüldü. Bu paradigma şimdi iktidarda olan “İslamcı” söylemli AKP ve R.T.Erdoğan’la birlikte sürdürülmektedir. TC rejimi, emperyalistler arasında yaşanan ve son olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde keskinleşen çelişkiden yararlanma siyaseti izlemektedir.

Kuşkusuz koşullar yüz yıl önceki gibi değildir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, modern revizyonistlerin iktidarı gasp etmesiyle sosyal emperyalist bir ülkeye dönüşmüş ve ardından ise tarihe karışmıştır. Yerine kurulan Rusya “genç emperyalist” bir devlet olarak ABD ve AB emperyalistleriyle rekabet halindedir.

Batı emperyalistlerinin Rusya’yı NATO aracılığıyla kuşatma siyaseti Ukrayna’nın NATO üyeliğiyle gündeme gelmiş ve Rusya’nın buna yanıtı, Ukrayna’yı işgal etmek olmuştur.

Kısaca bir yanda ABD-AB emperyalistleri, diğer yanda Çin ve Rusya emperyalistlerinin başını çektiği emperyalistler arası çelişki keskinleşmiş ve Ukrayna savaşında olduğu gibi yeni silahların kullanıldığı ve nükleer silahların gündemde olduğu askeri bir çatışmaya evrilmiş durumdadır.

İnsanlığın en temel gereksinimlerine erişim olanağı, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi nedeniyle daha da güçleşmiş durumdadır. Örneğin 2016 yılından sonra açlığın yükselişe geçtiği ve 811 milyon açlık çektiği ifade edilmektedir. (12.07.22) Her gün açlıktan 17.874 kişi ölmektedir.

Bu rakamlar günlük olarak güncellenmektedir. (Worldmeter-Gerçek Zamanlı Dünya İstatistikleri.) Ya da örneğin 844 milyon insan, içme suyu hizmetine erişemiyor. Dünya nüfusunun dörtte birinden fazlası olan 2.1 milyar insan temiz suya ulaşamıyor. 4 milyar insan, yılda en az bir ay, şiddetli su kıtlığı yaşıyor. (22.03.21)

Bu örneklere, petrol ve doğal gibi enerji kaynaklarında yaşanan fiyat artışları eklendiğinde, tablo daha da vahimleşiyor ve kapitalist sistemin krizi derinleşiyor. Dolayısıyla halihazırda kapitalist dünya sistemi sadece ekonomik kriz içinde bulunmuyor. Günlük olarak insanlığın katledilmesine de neden oluyor. Emperyalistler kendi aralarında dalaşırken yaşanan bu durumu aynı zamanda ideolojik bir manipülasyon olarak kullanıyorlar.

Örneğin Rusya’nın “tahıl koridoru anlaşması”ndan çekilmesi ardından yapılan açıklamalar ve “propaganda savaşı” bu gerçeği ifade ediyor. Sorun sadece Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısı değildir. Elbette bu bir nedendir. Ancak asıl neden değildir. Bir bütün olarak emperyalist kapitalist sistemin özel mülkiyete dayalı yapısından kaynaklıdır.

“Muasır Medeniyet Hedefi”nde Gelinen: Sefalet Koşulları!

Emperyalist kapitalist sistem bir avuç azınlığın iktidarına dayalı olmayı sürdürdükçe, işçi sınıfı ve ezilen dünya hakları yaşamak zorunda kaldıkları koşullara mecbur bırakılmayı sürdürecekleridir. Öte yandan emperyalist kapitalist sistemin ekonomik krizi, emperyalistler arasında çelişkinin keskinleşmesiyle, Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerin ekonomilerini de etkilemektedir. Kapitalist sistemin krizi, yarı sömürge ülke halklarına çarpan bir etkiyle yansımaktadır.

Örneğin TC’nin “resmi kurumu” TÜİK’e göre gıda fiyatları son bir yılda yüzde 54 artış göstermiştir. (Haziran 2023) Dünya Bankası’na göre Türkiye, gıda enflasyonunda 5. sıradadır. Türkiye, bu kategoride OECD ülkeleri arasında ise ilk sırada bulunmaktadır. (24 Nisan 2023)

Gelinen aşamada Türk hakim sınıfları, yüzyıllık rejimlerinde 2022 itibariyle “sefaletin en yüksek olduğu 10. ülke” olmuş durumdadır. Yoksulluğun daha da arttığı ve hatta açlık koşullarının ortaya çıktığı koşullarda milyonlarca emekçi asgari ücret denilen 1 Temmuz 2023 itibarıyla brüt 13 bin 414 lira 50 kuruş, net 11 bin 402 lira 32 kuruş olarak açıklanan ve kıt kanaat geçinmelerine neden olan bir ücrete mahkum edilmiştir.

Rejimin sarı sendikası Türk-İş bile dört kişilik bir ailenin açlık sınırını 10 bin 373 TL’ye, yoksulluk sınırını 33 bin 788 TL’ye yükseldiğini ifade etmektedir. (27 Haziran) Bu koşullar altında bir aileden birkaç kişi çalışmak zorunda bırakılmış, çocuk emeği de dahil her türlü sömürü yaşamak için normalleştirilmiş durumdadır!

TC rejimi bir avuç mutlu azınlığın dışında milyonlarca insanı yoksulluk içinde yaşamasına neden olması bir yana, bir yandan kendi denetimindeki kitle iletişim araçları aracılığıyla, “milli ve manevi değerler” propagandasına başvurur, “dış güçler bizi engelliyor” derken, bizzat R.T.Erdoğan aracılığıyla halka tasarruf çağrında bulunmaktadır: “İnsanımızın tasarruf alışkanlığında döviz ve altın ağırlıklı yer tutuyor. Önemli bir kısmı da yastık altında duran varlıkların iktisadi işleyişe, istihdama ve üretime katkısı olmuyor. Milletime sesleniyorum, gelin biz verim, tasarruf ekonomisinden yana olalım. İsraf ekonomisini bir kenara koyalım. Bunun ne devlete ne milletimize faydası yoktur.” (R.T.Erdoğan, 24 Temmuz)

Bin odalı saraylarında yaşayanların, ay sonunu getirmek için bin dereden su getirenlere yönelik bu çağrısı nedensiz değildir. Faşizm halkın sofrasındaki lokmaya el koymanın yanında varsa birikimlerinde çökme hedefindedir. Yüzyıllık cumhuriyet rejimi emperyalist kapitalist sistemin kriziyle birlikte gelinen aşamada derin bir ekonomik kriz içindedir.

Yarı sömürge bir ülke ekonomisi olarak TC’nin emperyalist sermayeye bağımlı yapısı, bizzat R.T.Edoğan’ı “yatırım çekme” altında varlıklarını satmak için ülke ülke dolaşmaya, bir zamanlar bizzat kendisinin ifadesiyle “dolandırıcı” olarak tanımladığı Mehmet Şimşek ve ekibini kayyım olarak hazine ve maliye bakanlığına atamaya ve İsveç’in NATO üyeliği meselesinde olduğu gibi birkaç milyar dolarlık yardım alma vaadi karşılığında geri adım atmaya yol açmaktadır.

Ekonomik krizin bütün yükü “aynı gemideyiz” yalanıyla halka fatura edilecektir. Nitekim seçim sonrasında atanan “yeni” ekonomi yönetiminin uygulamaya koyduğu (ve kimi yorumcular tarafından “IMF’siz IMF programı” olarak tanımlanan) politikaların sonucunda başta halkın temel ihtiyaçları olmak üzere hemen her ürüne zam yapılmış durumdadır. Yine doğrudan ve dolaylı vergilerde yaşanan zamlar, ekonomik kriz adı altında Türk hakim sınıflarının Türkiye halkının alım gücünün daha da düşmesine yol açmıştır.

Kısaca Türkiye halkı “ekonomik kriz” adı altında uygulamaya konulan politikalarla daha da yoksullaştırılmakta, alım gücü düşürülmekte, çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüleştirilmektedir. Aynı dönem içinde bir avuç zenginin servetlerine servet kattığı, daha da zenginleştiği ise gözlerden kaçırılmaktadır. “Beşli çeteler” daha da palazlanmaktadır.

Akbelen ne ilk ne de son olacaktır!

Bu koşullar altında “beşli çeteler” halka saldırılarının sürdürmekte, “iş imkanı yaratma”, “yatırım ve kalkınma” adı altında doğayı ve çevreyi talan etmeyi sürdürmektedir. Son olarak “beşli çete”den biri olan Limak Şirketi’nin “maden sahasını genişletme” adı altında Akbelen Ormanı’nda gerçekleştirdiği ağaç katliamı bu kapitalist yağma ve talanın ürünü olarak ortaya çıkmış durumdadır.

Elbette doğanın ve çevrenin kapitalist rant uğruna yağmalanması AKP iktidarıyla ortaya çıkmış değildir. Ancak son on yıldır AKP’nin temsil ettiği ve dayandığı hakim sınıf kliğinin “geleneksel” hakim sınıf kliği karşısında daha fazla kar elde etme hırsının daha azgın bir saldırganlığa yol açtığını ifade etmek gerekir.

Bu aç gözlü ve yağmacı kapitalist şirketlere 2012-2022 yılları arasında sadece madenler için verilen ruhsat izni, 110 bin hektardır. Bunun karşılığı kabaca 155 bin futbol sahadır. Yine enerji sektörüne ormanlardan 143 bin hektardır. 151 hektarlık orman alanı ise “diğer” kategoride yağma ve talanına izin verilmiştir.

Cumhuriyet tarihi boyunca bütün izinler 809 bin hektardır. Bu izinlerin 550 bin hektarı ise 2004 ve sonrasında gerçekleşmiştir. Diğer bir ifadeyle yağma ve talana açılan “vatan parçası” Toplamda 406 bin hektarlık bir ormanlık alan kapitalist şirketlerin yağma ve talanına açılmıştır. Bu alanın büyüklüğü ise Trakya bölgesi kadardır.

Çıkartılan madenler ise genellikle hammadde olarak dışa satılmaktadır. Bunun anlamı, kapitalist yağmanın emperyalist sermayeyle işbirliği içinde yapılıyor oluşudur. Diğer bir ifadeyle emperyalist sermaye Türk hakim sınıflarıyla işbirliği içinde ülkemizin yeraltı ve yer üstü kaynaklarını yağmalamayı sürdürmektedir.

Emperyalizm artı değer sömürüsünün yanında, yeraltından çıkartılan madenleri de ucuza kapatarak, tıpkı artı değer sömürüsünde olduğu gibi belli bir payı Türk hakim sınıflarına aracılık payı olarak verip sömürüsünü sürdürmektedir.

Özetle TC faşizmi kuruluşundan günümüze sadece halka düşman bir rejim olmamıştır. Kapitalist rant ve yağma uğruna doğaya ve canlıya da düşman bir rejim vardır. Üstelik bu düşmanlığı “yerlilik ve milli”lik diyerek yapmaktadırlar. Yüzyıllık TC tarihi yerlilik ve millilik adına “vatan toprağını” emperyalist sermayeye peşkeş çekme tarihidir.

Emperyalist kapitalist sistemi kâr hırsının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan ve şimdilerde “iklim krizi” olarak propaganda edilen aşırı sömürüsünün doğal sonucu; ülkemizde Kemalistiyle, İslamcısıyla Türk hakim sınıflarının doğayı ve çevreyi ranta açmasını ve yağmalanmasını doğurmaktadır. Bu anlamıyla sınıf bilinçli proletaryanın programında ifade ettiği şu satırlar son derece önemlidir:

“Emperyalist-kapitalist sistemin aşırı kar hırsına dayalı yapısı, Türkiye komprador kapitalizmiyle birlikte ekoloji sorunu olarak tanımlayacağımız doğa ve çevre katliamına yol açmaktadır. Sömürü ve yağma politikaları, ekolojik tahribata yol açmakta, bunun sonucunda coğrafyamız yaşanmaz hale getirilmektedir. Bu durum gerek şehirlerde ve gerekse de kırsal alanlarda doğa ve çevrenin talanına, ekolojik dengenin bozulmasına yönelik geniş ve yaygın tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu mücadele ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş bulunmaktadır.”

Akbelen Ormanı’nı koruma mücadelesi ülkemizde demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır ve bu mücadele içinde yer almak anın devrimci görevlerinden biridir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu