GüncelYorum

YORUM | Ortadoğu’da Kabile Siyaseti: Körfez Devletleri

"Kabile devletlerinin bir tutarlılığı ve istikrarının bulunduğu söylemek zor. Güce tapınan, ataerkilliği kılcal damarlara kadar içselleştiren ve dinsel aidiyetliği etnik aidiyetliğe eklemleyen Ortadoğu Arap kabileciliği, kendi gücünü korumak için aynı etnik ve dini kimliğe sahip öteki kabileleri kıyımdan geçirmekten çekinmemektedir."

Ortadoğu binlerce yıldır hegemon devletlerin ilgi odağında kalmış ve dolayısıyla dünyanın en hareketli karmaşık küresel ölçekte etkili olabilen politik arenalara sahip olmuştur. Binlerce yıl boyunca jeostratejik boyutu ve kaynaklarının yarattığı önemi dolayısıyla, her döneme özgü iktidar odaklarının çalışma alanı olmuştur. Bu özelliğiyle son beş bin yıldır bölgesel ve küresel güç dengelerinde de daima ön planda kalmıştır.

Petrolün ve doğalgazın enerji tüketiminde ön sıraya geçişiyle bu önemi katbekat artmış ve modern ulus devletlerin reel –denilen- politik okurlarının odağında kalmaya devam etmiştir. Pek çok büyük değişime rağmen, binlerce yıldır bu bölgede kabile ve aşiretler, geleneksel ve modernize olmuş halleriyle Ortadoğu’nun politik arenalarının baş aktörleri yani eril iktidar odakları arasındaki yerlerini korumaktadır. 20. yüzyılda kurulan Körfez devletleri, kabile devleti niteliklerini korurken, sık sık “reel politik” dışına çıkabiliyorlar; kabileciliğin Ortadoğu’ya damgasını vurmasını sağlıyorlar.

Modern ulus devletlerden veya Avrupa, Çin, Japonya’daki monarşik devletlerden de farklı olarak kabileciliğin iç çelişkileri ve gerilimlerin (iktidara kimin kumanda edeceğine dair yaşanan gerilimlerin) Körfez devletlerinde hiç eksik olmadığı söylenebilir. S. Arabistan Devleti’ndeki rekabette üste çıkan Veliaht Prens Bin Selman, diğer rakiplerini bir otele hapsedip onları “uzlaşı”ya zorlamıştı. Böylece devletteki konumunu güçlendirebildi. Bu tür kabile içi gerilimleri, farklı biçim ve düzeylerde bütün Körfez devletlerinde yaşanıyor. Böylece bu devletler, S. Arabistan’da olduğu gibi 10 bin civarı emir (prens) arasında ülke gelirlerinin paylaştırılması, gayet meşru ve doğal görünebiliyor. İktidar dalaşı açısından öteki iktidar odaklarıyla (devlet, aşiret, şirket, tarikat, politik parti, askeri-politik örgüt, mafya, aile vs.) çok benzeşse de, kabileciliğin kendi özgüllüğü var.

Kabile devletlerinin bir tutarlılığı ve istikrarının bulunduğu söylemek zor. Güce tapınan, ataerkilliği kılcal damarlara kadar içselleştiren ve dinsel aidiyeti etnik aidiyete eklemleyen Ortadoğu Arap kabileciliği, kendi gücünü korumak için aynı etnik ve dini kimliğe sahip öteki kabileleri kıyımdan geçirmekten çekinmemektedir. Körfez devletlerinin tümü, dönemin en büyük hegemon devletleri olan İngiltere ile Fransa devletlerinin desteği ve icazetiyle kurulurken kurucu, kabiledir. Öteki kabileleri silah zoruyla biat ettirebilmişlerdi. Günümüzde de bu biat ağırlıklı olarak silah zoru sayesinde sürmektedir. Her biri rantiyeci olan bu devletlerin asıl rantı, devletin sahibi olan kabilenin olması dolayısıyla, bu bölgede iktidar ilişkileri, sınıfsal-ekonomik çıkarlar kadar, kabilenin bütünsel çıkarları ekseninde de biçimlenir, yapılaşır; çatallaşır. Devletleşmiş kabileler, sınıf savaşımının tepesinde yer alsalar bile onları salt sınıf tahliliyle anlamaya çalışmak olanaksız ya da en azından çok dar yaklaşımlara sebep olur. Güçlü sosyal bağlara sahip, bir yumruk gibi hareket edebilen ve çok güçlü politik-askeri birlikler oluşturabilen kabileler, kendi iç çelişkileri ne olursa olsun, başka kabilelere karşı bütünlüklü tavır sergilemekten çekinmezler. Bu tavırları, devletleşme yolunda komşu kabilelerin kıyımına rahatlıkla varabilmiştir. Dolayısıyla günümüzde bile Körfez devletlerini reel politik ya da sınıf bilinci/çıkarı kavramsallaştırmalarıyla birlikte, geleneksel kabilecilik çıkarlarını/reflekslerini de hesaba katarak incelemek ve anlamaya çalışmak gerekir. Kabileciliğin kristalize olmuş bir ataerkil kimliğine daima gözönünde bulundurmalı.

Bu çerçevede okunacak bir Ortadoğu tarihinde Körfez devletlerinin kabileciliğinin Filistin sorunundaki tutarsız, ikiyüzlü yaklaşımlarını daha geniş çerçevede anlamak mümkün olabilir. İsrail Devleti’ne karşı savaşan dört Ortadoğu devletinden üçü (Irak, Suriye, Mısır) etnik kimliği yani Arap milliyetçiliğini esas alan siyasi partiler (Baas Partisi) tarafından yönetilirken Ürdün Devleti, peygamberin kabilesi olan Haşimi Kabilesi tarafından kuruldu. Baasçılar, İsrail Devleti’yle dört kez savaştı ve Ürdün Devleti (Haşimi Kabilesi) ise sadece bir kez savaştı. Ürdün Devleti, böylece sadece bir kez yenilgi tattı ve akabinde ABD emperyalizminin himayesine girerek soydaş dediği Baasçılara sırtını döndü ve İsrail Devleti’ni tanıyan ikinci Ortadoğu devleti oldu. Haşimi Kabilesi, soydaş ve ümmetim dediği Filistinlileri, yıllık 3 milyar dolara sattı. (“sattı” terimi mecazen kullanılmamıştır!) Dahası 1970’ten beri sınırlarını Filistinli militanlara kapattığı yetmemiş gibi bu sınırları koruyup militanları katletmesi için Arap Bedevi kabileleri kiraladı, ve onları sınır muhafızı yaptı. Körfez Devletlerinin kabilelerinde Filistin sorununa böyle yaklaştığı söylenebilir.

İsrail Devleti’yle fiilen savaşmayan ve bu devleti yıllarca tanımadığını söyleyen Körfez devletleri, Filistin sorununu, dinsel ve etnik düzlemlerde savunduklarını her zaman ifade etseler de, pratikte bu sorunun ABD-MD çıkarları yönünde biçimlenmesinin gayretlerini esirgemediler. Dahası kendi petrollerinin daha hızlı taşınması için Riyad (S.Arabistan) ile Hayfa (İsrail) arasında petrol boru hattı kuran Suudi Arabistan Devleti, Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT= S. Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, B.A.E, Umman)’nın lider gücü olarak, İsrail Devleti’yle KİT ilişkilerinde daima başat rol oynamıştır. KİT, petrol-doğalgaz üretimi, pazarlanması veya askeri teşkilatlanmada bağımlı olduğu ABD-MD’ye, Filistin direnişini bastırmada daima destek vermiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nü pasifize ederek Filistin direnişini daima zayıflatan KİT devletleri, her zaman Filistinlilerin yanında olduklarını söylemeye devam ettikleri bir dönemde (2021 yılında) İsrail Devleti’ni resmen tanıdılar. Böylece Filistin sorunundaki gerçek yüzlerini göstermiş oldular. KİT’in kabile devletleri, daha fazla güçlenebilmek için yaslanıp biat ettikleri ABD-MD’nin çıkarlarına uygun olarak hareket etmiş; bölgesel güç olarak Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’yü alarak güçlenen İran Devleti’nin varlığını tehdit olarak göstererek Filistinlilere sırtını dönüşünü meşrulaştırmak istemiştir. Baş düşman ilan edilen İran Devleti’yle 2023’te (iki yıl sonra) Çin Devleti arabuluculuğuyla barışan S. Arabistan Devleti, hala Filistinlilere bir açıklama yapmamıştır.

KİT Devletlerinin yaslandığı etnik ve dini kimlikler, her ne kadar toplumun birliği, bütünselliği ve bekasını temsil edebilen nitelikleri dolayısıyla -diğer kimliklere nazaran- daha fazla politik arenada etkili olup hakikat paradigmaları, anlam evrenleri veya kurumsallaşmalarda etkili olabilseler de, kabileciliğin dar, bölgeci, “kabile merkezli” bakış açısının ve çıkarlarının öne çıkabilmesi dolayısıyla, Arap Yarımadası’nda tek Arap-Müslüman devleti kurulmasını sağlayamamıştır. Kabilecilik kendi toprağını ve birliğini –dünyanın merkezi sayarak- korumayı, her şeyin üstünde tutabildiği için, bölgesel devletler veya hegemon devletlerle işbirliği içerisine girip kendi soydaş ve ümmetinden geldiği öteki kabileleri katletmekten çekinmemektedir. Kabileciliğin bu niteliği, kabilenin binlerce yıldır “Böl Parçala Yönet” politikasına çok uygun sosyal-politik birlikler haline gelmesini sağlamıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu’yu işgal eden iki hegemon devlet olan İngiltere Devleti ve Fransa Devleti bu sayede Ortadoğu haritasını yeniden çizdikleri gibi, kabileciliğin devletleşmesini ve politik arenadaki merkezi konumunu koruyarak günümüze kadar zayıf ve bağımlı devletlerin idamesini sağlamışlardır. Toplumun bütünselliği ve bekası yerine, kendi kabilesinin bekasını esas alan kabilecilik, modern ulus devletlerin milliyetçiliğinden farklı bir etnisiteyi savunurken (kan bağına dayalı akrabalık ve kabileciliğe göre biçimlenen bir etnisiteyi savunurken); dinsel kimliğin ve aidiyetliğinin en güçlü tecessüm ettiği tarikat ve selefi örgütlerden farklı olarak kabilenin çıkarları için her türlü dini kaideyi yok sayabilir ya da kendine uyarlayabilir. Bu niteliği dolayısıyla devletleştiğinde bile, geniş toplumsal bağlar kurmak yerine kabile merkezci küçük toplumların zayıf birliğini oluşturabilen kabileciliğin bu niteliği, üç kıtada toprak kazanmasına rağmen, önce göçebe devletlere tabii olan, sonra da parçalanan Arap-İslam Devleti’nde alenen görülebileceği gibi KİT’in kabile devletlerinde de görülebilir. En keskin sınıf çatışmalarını bile manipüle edebilen kabileciliğin Körfez’deki hakimiyeti, milyonlarca göçmen işçinin hiçbir iş güvencesi olmadan bu bölgelerde çalıştırılmasını da sağlıyor. Demokrasi havarisi küresel hegemon devletlerin, kabileciliği kendi çıkarları için kullanması dolayısıyla Körfez’deki işçi ve kadınlar başta olmak üzere ezilen kimliklere dair hiçbir söyleminin bile olmayışı bu politik atmosferde doğal karşılanabiliyor.

Kabileciliğin, bu niteliği hem liberal milliyetçi hem Marksist hareketler açısından daima tehdit ve toplumsallaşma önünde büyük engel olarak görülürken; hegemon devletler veya çokuluslu şirketlerce daha etkili yönetebilmenin olanağı olarak sahiplenilmeye devam ediyor. KİT’in kabileci devletleri, toplumsal birliğin önündeki en büyük engellerin nasıl örülebileceğinin tipik bir örneğini de sergiliyor.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu