GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Rasyonel Olan Devrimdir!

"Ortada Türk hakim sınıflarının ve devletlerinin kendi sınıf çıkarlarını gerçekleştirmek için uyguladıkları “rasyonel” bir politika söz konusudur"

Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında kendi aralarındaki iktidar mücadelesini bir sonraki seçime kadar öteleyen Türk hakim sınıfları önlerine yeni hedef olarak 2024 yılının ilk aylarında yapılacak yerel seçimleri koymuş durumdadırlar. AKP-MHP iktidarı seçimleri kazanmış olmanın verdiği özgüvenle, burjuva muhalefetin elinde olan Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını kazanmak için her yöntemi denemektedir. Bu yöntemlerden en bilineni algı operasyonlarıyla rakip burjuva muhalefetin adaylarını yıpratmak olarak yaşanmaktadır.

Örneğin İstanbul’da yürüyen merdiven sabotajları, arızalı metrobüs haberleri ya da Ankara’da “bakterili ekmek” ya da 65 yaş üstünün özel halk otobüslerinden ücretsiz yararlandırılmaması gibi hamleler bunu gösteriyor. Bu haberlerin iktidarın doğrudan denetiminde medya organlarındaki manşetlere çekilmesi ve bu haber tarzının sürekliliği, bu haberlerin iktidar merkezli ve yerle seçimleri kazanma hedefiyle üretildiğini göstermektedir.

Ve kabul etmek gerekir ki, iktidarın en başarılı olduğu alanlardan biri de budur. Hatırlanırsa milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, iktidar montaj videolarla burjuva muhalefeti hedeflemiş, PKK önderlerinden Murat Karayılan’ın konuşmasıyla burjuva muhalefetin adayı K.Kılıçdaroğlu’nu aynı video görüntüsü içinde kullanarak seçim çalışması yürütmüştü. İktidar açısından belediye seçimlerinde de benzer bir kampanyanın sürdürüleceği, hemen her yolun denenerek belediye başkanlıklarının kazanılmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Burjuva muhalefet ise halen seçimi kaybetmiş olmasının etkilerini üzerinden atamamıştır. Özellikle burjuva ana muhalefet partisi içinde yaşanan süreç bu partinin sözde sosyal demokrat özde faşist yüzünü bir kez daha göstermiş durumdadır. Seçim sürecinde iktidar karşısında burjuva muhalefeti bir umut olarak kitlelere gösterilmesinin yanlışlığı bir yana, burjuva muhalefetin tek amacının geniş halk kitlelerinin içinde bulunduğu koşulları iyileştirmek değil, devlet aygıtını kendi klik çıkarları için ele geçirmek olduğu daha net anlaşılmıştır. Seçim öncesinde demokrasiden bahsedenlerin gerçekte demokrasiyi kendi iktidarları için kullanışlı bir söylem olarak propaganda ettikleri görülmüş durumdadır.

Bu gerçeklerin geniş kitlelerin ve özellikle de kendisine muhalif diyen kitlelerin gözleri önünde yaşanması, hakim sınıf klikleri arasında yaşanan iktidar dalaşında, demokrasi adına burjuva muhalefetin ardına yedeklenme siyasetinin ne kadar yanlış olduğu, dahası düzenin kendisini tahkim etmesinin bir aracı olarak işlev göreceği doğru öngörüsü bir kez daha sosyal yaşamın pratiğinde kendini kanıtlamış durumdadır.

Seçim sürecinde ve sonrasında özellikle ana muhalefet partisi cephesinde yaşananlar, ikinci turda “hiçbir burjuva adaya oy yok” olarak formüle edilen politik tutumun doğru olduğu kadar, halka yalan söyleminin politik bir suç olduğu ve bu suçun işlenmemesi gerektiği çağrısının ne kadar isabetli olduğu görülmüş durumdadır.

Seçim sonrasında herkesin özeleştiri çağrısı yaptığı, dahası Yeşil Sol Parti gibi partilerin kimi pratik adımlar attığı koşullarda, örneğin kendisine ilerici ve hatta devrimci ve sosyalist diyen parti ve örgütlerin burjuva muhalefetin adayını destekleme çağrılarına yönelik samimi bir özeleştirel tutum içine girmedikleri de görülmektedir.

Ki bu durum ilk seçim sürecinde bu çevrelerin yeniden burjuva muhalefetin arkasında yedekleneceklerini göstermektedir. Nitekim daha şimdiden kendisine “komünist” diyen kimi partiler, “cumhuriyetçiler ile komünistlerin ittifakı”ndan bahsedebilmektedir. O cumhuriyetin yüzyıllık tarihinde “ilericilik” adına çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan Türkiye halkına yönelik bir katliam cumhuriyeti olduğu bilinmesine rağmen bu söylenebilmektedir!

Dahası seçim sürecinde Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde yer alan, bütün ısrarlara rağmen seçimlere ayrı listeyle giren ve seçim sonuçlarını “kendi hedefleri ve ölçeği açısından başarıyla çıkmak” olarak değerlendiren TİP’in amacının ise “sülale devri”ni bitirmek olmadığı, halkın çıkarından önce kendi milletvekilliklerini öncelediği daha net görülmüş durumdadır.

Seçim süreci ve ardından yaşananlar, bırakalım burjuva muhalefeti, kendini düzen dışı olarak tanımlayan ve halk saflarında bulunan siyasetler açısından da düzen içi yol ve yöntemlerle var olan düzenin değiştirilemeyeceğini bir kez daha kanıtlanmış durumdadır. Her şey bir yana örneğin milletvekilli seçildiği halde, kendi yasalarına göre bile serbest bırakılması gereken Can Atalay’ın halen hapishanede esir olarak tutulması gerçeğinde olduğu gibi, kendi yasalarını bile gerektiğinde uygulamayan bir faşist iktidarla sadece ve sadece parlamento aracılığıyla hesaplaşma siyaseti özünde halk kitlelerinin düzenle devrimci temelde hesaplaşma eğilimini, sol söylemle düzen içine hapsetmekten başka bir anlama taşımamaktadır.

Türkiye devrimci hareketinin tarihi deneyimi ve tecrübesi bu türden pratikleri fazlasıyla deneyimlemiştir. Dahası Türkiye devrimci hareketinin ’71 devrimci çıkışı, bu türden reformist, legalist parlamenterist, düzen içi çizgi ve anlayışlarla teorik ve pratik düzlemde hesaplaşarak kendini var etmiştir. Devrimci hareketin esasta kendi yetmezliği ve hataları, tali olarak da devletin azgın faşist terörü nedeniyle gerileyen kitle bağları, bu türden anlayışların “düzeni değiştirmek söylemiyle” sahne almasına neden olmaktadır.

Bu türden anlayışların halkın gerçek sorunlarına yanıt olması bir yana, faşizmin azgın saldırganlığı karşısında kendilerini var edebilmeleri bile mümkün değildir. Sadece ve sadece düzenin izin verdiği koşullarda söz söyleme anlayışı ve yaklaşımının yeri geldiğinde “izin verilmemeye” dönüşeceği bilinen bir durumdur. Can Atalay örneği bunun somut ve son örneğidir.

 

Ekonomik krizin faturası halka, kârı şirketlere

Seçimlerde “Başkanlık Rejimi”ni tahkim eden AKP-MHP ittifakı ise, bir yandan yerel seçimlere hazırlanırken diğer yandan da kendi ekonomi politikalarıyla yaratmış olduğu ekonomik krizin faturasını halka yıkma adımları atmaktadır. Seçim öncesinde uygulanan düşük faiz ve Kur Korumalı Mevduat gibi politikalarla temsil ettiği kliği daha da zenginleştiren AKP, seçim sonrasında ise tam tersi bir politika izleyerek yine ve yeniden soyguna devam etmektedir.

Seçim sonrasında daha belirginleşen ve halka fatura edilen ekonomik krizin bir nedeni de Türk devletinin işgal politikasıdır. TC’nin Suriye’nin kuzeyinde doğrudan işgal ettiği toprakların yanında, aynı zamanda Rojava’ya yönelik gün aşırı saldırganlığı sürmektedir. Yine Irak Kürdistanı’nda işgal operasyonlarına devam edilmektedir. Son olarak Azerbaycan’ın Artshak’ı işgal operasyonu ve Dağlık Karabağ Ermenilerinin Özgürce Ayrılma Hakkı’na yönelik faşist saldırganlığa verilen destekte ekonomik krizi ağırlaştırmakta, halkın sırtına yüklenen faturayı artırmaktadır. Savaş, işgal ve saldırganlık halkın sofrasındaki ekmeği küçültmektedir.

Yaşanan bu durumdan elbette birinci dereceden sorumlu olan AKP/ R.T.Erdoğan’dır. Seçim öncesinde düşük faiz politikasında ısrar eden R.T. Erdoğan, seçim sonrasında ise tam tersi bir şekilde “enflasyonla mücadele” adı altında faizlerin yükseltilmesi politikasını uygulamaya koymuştur. Bu politikadan sorumlu olarak yeniden bakan atanan Mehmet Şimşek olduğu ifade edilse de gerçekte R.T.Erdoğan’dır.

Önce “faiz sebep enflasyon neticedir” açıklamasını yapan ve “Nass ortada olduğuna göre, sana bana ne oluyor” diyerek “faizle mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim” ifadelerini kullanan R.T.Erdoğan, gelinen aşamada tam tersi yönelim içindedir. Kısa bir süre önceye kadar kendi ifadeleriyle “dolandırıcı” olarak tanımladığı M.Şimşek aracığıyla faizi yükseltme politikası izlemektedir. Hatırlanırsa M. Şimşek bakanlığı devir teslim töreninde yaptığı ilk açıklamada, R.T.Erdoğan tarafından seçim öncesinde; “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır” diyerek uygulanan ekonomi politikalarını, aklın kurallarına uygun olmayan, tutarlı, mantıklı kısacası “kapitalizmin rasyonelliğine” uygun olmayan politikalar olarak ilan etmişti. (4 Haziran 2023)

Kapitalist üretim tarzının kendisinin rasyonel olmadığı bir yana, AKP’nin yağma ve çökme politikalarının emperyalist sermaye açısından belli bir zemine/işleyişe çekilmesi gerektiğini ilan eden bu açıklamayla; iktidar aygıtını kendi ailesi ve temsil ettiği klik çıkarları açısından kullanan R.T.Erdoğan, “yerli ve milli” propagandaları eşliğinde dün söylediğinin bugün tam tersini yaparak halkı soymaya devam ederken halka ise itidal tavsiye etmekte ve her şeyin düzeleceği vaadinde bulunmaktadır

Bir avuç zenginin çıkarları için uygulanan ekonomi politikası sonucunda, enflasyon üç haneli rakamlarda gezinir, halkın alım gücü çarşı pazarda gözle görülür biçimde düşerken, yeni açıklanan ve adına Orta Vadeli Program (OVP) denilen politikalarla halkın soyulmasına devam edileceği ilan edilmektedir. Açıklanan OVP’nin ne kadar gerçekleri yansıttığı ve hedefleri tartışması bir yana sadece ve sadece işçi sınıfının kıdem tazminatına yönelik yaklaşımı bile gerçekte bu programın asıl hedefinin işçi sınıfı ve emekçi halk düşmanı sınıfsal özünü özetlemeye yetmektedir. OVP ile birlikte işçi sınıfının kıdem tazminatına da göz dikilmiş durumdadır.

Bin odalı saraylarında lüks içinde yaşayanlar ve itibardan tasarruf olmaz diyenler halka daha fazla yoksulluk dayatmaktadırlar. Krizin nedenini “küresel ölçekte yaşanan gelişmelere” bağlayan iktidar, “dünyanın en büyük 722 kapitalist şirketinin, artan fiyatlar ve faiz oranlarıyla üst üste 2 yıl 1 trilyon doların üzerinde aşırı kâr elde ettiği” gerçeğini gizlemektedir. (Bloomberg, 06 Temmuz 2023)

Benzer durum Türkiye için de geçerlidir. Resmi enflasyonun yüzde 64.2 olduğu 2022 yılında, “Türkiye’nin en büyük 500 şirketi 2022 yılında net kârını yüzde 245.5 artırmıştır.” (Fortune 500 Türkiye-2022 Araştırması) Benzer durum bankalar için de geçerlidir. 2023 yılının ilk beş ayı için bankaların bir yıl önceki aynı döneme göre kar oranları yüzde 44.1’lik bir artışla 190.3 milyar lira olduğu ifade edilmektedir. (Dünya, 5 Temmuz 2023)

Kısaca halk yoksulluğa mahkûm edilirken ve yüksel enflasyonla alım gücü daha da düşürülürken, kapitalist şirketler ve bankalar karlarına kar katmaktadırlar. Dolayısıyla ekonomik krizin asıl nedeni bir avuç sermayedarın çıkarları için uygulamaya konulan politikalardır. Halkın büyük bir yoksulluk içine düşürülmesinin nedeni budur.

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun bu kadar ağır olmasının nedeni emperyalist mali sermayeye bağımlılığıdır. Türkiye ekonomisinin yarı sömürge yapısıdır. Emperyalist mali sermayenin Türkiye pazarındaki işlevi ve özelikle dış borçlar, ekonominin can suyu işlevi görmektedir. Bu nedenle başta R.T.Erdoğan olmak üzere önce Körfez sonrasında da batı ülkelerine yapılan ziyaretler borç para bulmak içindir. Borç para karşılığında ise ülkenin yer altı ve yerüstü zenginlikleri emperyalist sermayeye peşkeş çekilmeye devam edilmektedir.

Mafyaya “el ense çekme” ve “asfalt öptürme!”

Ekonomi alanında izlenen bu zikzaklı politikanın temel amacının bir avuç zenginin çıkarlarını korumak geniş halk yığınlarının daha fazla yoksullaşmasını sağlamak olduğu kuşku götürmemekle birlikte yabancı yatırımın adı altında emperyalist sermayenin gelmesi içinde göstermelik kimi adımlar atılmaktadır.

Seçim sonrasında açıklanan yeni hükümetle birlikte mafyaya ve suç örgütlerine yönelik, kameralar eşliğinde “el else çekilerek ve asfalt öptürülerek” operasyonlar düzenlenmektedir.

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla bağlantılı bir mafya aparatına yönelik operasyonda olduğu gibi “hukuk devleti”ne dönüş sinyalleri vermektedir. Türk devletinin yüzyıllık tarihinde bu türden operasyonların göstermelik olduğu bir vakıa iken, kendi kanunlarının yasa dışı saydığı her türlü işe bulaşan bu tür kişiliklerin bizzat kendi bakanları aracığıyla iş kotardığı ise gizlenmemekle birlikte, hiçbir şey yapılmamaktadır. Dahası iktidarın küçük ortağı MHP lideri faşist Devlet Bahçeli’nin mafya bozuntularıyla fotoğraf çektirdiği koşullarda, mafyayla mücadele söylemi altı boş bir propagandadan ibarettir.

Mafya denilen örgütlenme her zaman Türk devletiyle ilişkili olmuştur. Bunun en bilinen örneği “Susurluk Kazası”nda herkesin gözü önünde ortalığa saçılan ilişkilerdir. Bu davanın nasıl sonuçlandırıldığı bilinmektedir. Dolayısıyla şimdilerde hukuk devleti adı altında kimi mafya aparatlarının tutuklanması göstermelik birer hamleden ibarettir. En fazlası iktidarı elinde bulunduran kliğin kendi içinde dalaşına/tasfiyesine işaret etmektedir.

Benzer bir durum, seçim öncesinde özellikle sığınmacılara yönelik ırkçı ve nefret suçu işleyen sanal medya hesaplarına yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonlarında da yaşanmaktadır. Bu hesapların bazıları sığınmacıları hedef göstermek, halkı kin ve nefrete sürüklemek gibi gerekçelerle tutuklanmıştır. Bu tutuklamaların amacı da seçim öncesi kullanışlı bir aparat olarak işlev gören bu aparatların tasfiyesinden ibarettir. Gerçekte ise asıl olarak sığınmacıları hedef gösteren Ümit Özdağ gibi ırkçı faşistlere dokunulmamakta, aksine bu kişilikler Türkiye siyasetinde el üstünde tutulmaktadır. Sığınmacı karşıtı ırkçı faşist koroya şimdilerde ise Meral Akşener katılmış görünmektedir.

Bütün bu operasyonlar gerçekte emperyalist sermayenin ülkeye gelmesi için yapılan kısmi mıntıka temizliğinden ibarettir. Gözle görülen kimi izmaritlerin toplanmasından ibarettir. Bir yandan emperyalist batı sermayesine “hukuk devleti” görüntüsü verilmekte, diğer yandan Arap sermayesinin gönlünün hoş edilmesi için adımlar atılmaktadır. Nitekim bu operasyonlara paralel olarak AKP’ye yakın gazetecilerin rol aldığı “hepimiz din kardeşiyiz” video klibi de bu amaca hizmet etmekte, yabancı sermayenin özellikle de Arap turistlerin Türkiye’ye gelmesi teşvik edilmektedir.

Yoksulluğa karşı örgütlenme ve mücadele

İktidarın uyguladığı ekonomi politikaları bir çöküş ya da çürüme olarak değerlendirmek bu açıdan doğru değildir. Ortada Türk hakim sınıflarının ve devletlerinin kendi sınıf çıkarlarını gerçekleştirmek için uyguladıkları “rasyonel” bir politika söz konusudur. Bu kapitalizmin bu rasyonalitesinde ise bir avuç zenginin daha fazla kazanması, geniş emekçi kitlelerin ise daha fazla sömürülmesi ve ezilmesi vardır.

Bu nedenle işçi sınıfına ve emekçi halka dayatılan rasyonaliteye karşı devrimci rasyonaliteyi, yoksulluğa karşı mücadeleyi, saldırılara karşı direnişi örgütlemek gerekmektedir. İşçi sınıfının ve köylülüğün Akbelen’den, Tredyol’a, Agrobay uzanan direnişleri rasyonaliteyi fazlasıyla gösteriyor. Bu kapsamda İstanbul’da lokal bir örnek olarak hayat pahalılığı ve sefalete karşı yürütülen ortak, birleşik çalışma önemli bir veri olmuştur. Geniş emekçi kitlelerin çalışmada açığa çıkan pozitif tepkisi ve sahiplenmesi düzene karşı gelişen öfkeye dairde bir ipucu sunmaktadır. Kitlelerin temel sorunlarına temas eden doğru bir devrimci çalışmanın kısa sürede sonuç alacağına şüphe yoktur!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu