GüncelMakaleler

SÖYLEŞİ | “Zafer Şarkılarını Söylediğimiz Günler Mutlaka Gelecektir!”

Orhan bizi adeta nakış nakış işledi. Kısa sürede Orhan'a büyük bir sevgi ve sempati duymaya başladık. Onun ağzından çıkan her kelime bizim için yeniydi, heyecan vericiydi.

Açıklama: Proletarya partisinin ellinci mücadele yılı vesilesiyle bir dizi röportaj gerçekleştirdik/gerçekleştiriyoruz. Her bir röportaj bir döneme ışık tutacak içerikte. Böylece elli yıllık mücadele tarihinin deneyimini okurlarımızla paylaşmayı hedefliyoruz.

– Öncelikle röportajı teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz? 

– 1957, Uşak Banaz doğumluyum. Çocukluğum ve gençliğim Banaz’da geçti. Kasaba kültürü ile büyüdüm yani ne kentli ne köylüydük. Ege Bölgesi kültürü hâkim olan bir ortamdaydık. Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrımını devrimci olana kadar bilmediğim bir kültür. Sonraki yıllarda araştırmalarımızda anlaşıldı ki bu, devlet tarafından bilinçli olarak uygulanan bir politikaymış.

– Devrimci fikirlerle ve proletarya partisi ile nasıl tanıştınız? 

– Proletarya partisi ile tanışmam 1974 yılında Orhan Bakır’ın Banaz’a gelmesi ile oldu. O dönem parti, Ege Bölgesi’nde faaliyet başlatma kararı almıştı. Banazlı olan ve İstanbul Üniversitesi’nde okuyan İrfan Gültekin aynı zamanda İstanbul bölgesinde faaliyet yürüten bir yoldaşımızdı. Orhan Bakır ile bizi o tanıştırdı. Bizler -yani Orhan’la tanıştırılan 5-6 genç- o dönem CHP gençliğine yakın insanlardık. Orhan’ın Banaz’a gelmesi bizim için bir devrimdir. Sıradan, lümpen, içki içen, kahvelerden çıkmayan insanlardık.

Orhan bizi adeta nakış nakış işledi. Kısa sürede Orhan’a büyük bir sevgi ve sempati duymaya başladık. Onun ağzından çıkan her kelime bizim için yeniydi, heyecan vericiydi. Ancak o hiçbir zaman bizim kapasitemizin üzerinde bir şeyler anlatmadı. Ayda birkaç kez gelir, her gelişinde anlayabileceğimiz bildiri ya da broşürler getirirdi. Bize hiçbir zaman talimat vermedi, “şunu yapmayın, yanlış, bunu yapın, doğru” demezdi. Öyle bir üslupla anlatırdı ki bizim kendi yolumuzu kendimizin bulmasını isterdi.

Bizler değişim içerisindeydik ancak eski hayatımızdan da kopamıyorduk. Kahvede kâğıt ya da okey oynardık. Orhan geldiğinde “merhaba arkadaşlar” der, yanımıza oturur, oyunun bitmesini beklerdi. Ancak başka zaman devrimcilerin boş vakti olamayacağını, zamanı iyi değerlendirmek gerektiğini anlatırdı. Belki kapasitemizden dolayı yasak koymazdı, talimat vermezdi. Bu nedenledir ki, biz yolumuzu kendimiz bulmayı Orhan’ın bu değerli tavırlarından öğrendik.

– İlk faaliyet alanınız neresi oldu? 

– Ege Bölgesi diyebiliriz.

Hangi illerde faaliyet yürüttünüz? 

– O dönem Ege Bölgesi’nde faaliyet alanlarım Banaz, Uşak, Denizli, Aydın, Nazilli ve İzmir’di.

 

“Devlet provokasyon peşindeydi!”

– 12 Eylül öncesi Türkiye’de politik durum nasıldı? 

– 12 Eylül öncesi Türkiye’de politik durum devlet ve devrimciler açısından çok uç noktalardaydı. Devlet, ciddi bir ekonomik kriz içerisindeydi. Öte yandan ciddi bir devrimci dalga ve hızlı bir gelişim vardı.

’68 kuşağını feyz alalım; devrimci yapılar İbo, Mahir, Deniz şekillenmesi ile yeni bir yol arayışındaydılar. Diğer yandan devrimci sendikalar, kooperatifler, kitle kuruluşların yanı sıra reformist-revizyonist-sosyal demokrat örgütlenmeler de devlete karşı ciddi bir karşı duruş sergiliyorlardı.

– 12 Eylül olduğunda neredeydiniz?

– 12 Eylül geldiğinde içerideydim, Buca Cezaevi’ndeydim, yoğun bir saldırıyla karşılaştık. Ancak biz Ege Bölgesi olarak sanırım diğer cezaevlerinden daha az bir baskıyla karşıladık. Karıştır barıştır, tek tip elbise vb. uygulamalar vardı ama Diyarbakır, Mamak gibi ağır baskılar yoktu.

68 kuşağı ile birlikte ve onun devamı ’70’li yıllarda devrimci söylemler gelişkindi. Köylerde, kasabalarda, kentlerde, okullarda, üniversitelerde genç bir devrimcinin samimi ajitasyonu ile kitleler çok çabuk etkileniyordu. Onlarca yıllık reformist revizyonist şekillenmeyi kıran İbrahimler, Mahirler, Denizlerin devamı olarak yeni örgütsel güçler ortaya çıkıyordu.

Diğer yandan MHP ve Ülkü Ocaklarının devlet yanlısı tavrı, kutuplaşmanın en önemli faktörlerinden birisiydi. ’70’li yılların ortalarında gelişen devrimci dalga için Türkiye Cumhuriyeti farklı provokasyonlar örgütleme peşindeydi. Daha sonraları ortaya çıkacak olan “gladyo”nun MHP örgütlenmesi ile MİT, derin devlet ilişkilerinin ayyuka çıktığı bir süreçti. Devrimciler devletle mücadele ediyordu ancak devlet ülkücüleri, akıncıları ve MHP’yi öne sürerek sürekli bir çatışma hali yaratıyordu.

Gelişen ve kitleselleşen devrimci güçlerin karşısına sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrışımını güçlendiren ırkçı, dinci, anti-komünist propaganda ile karşı kitlesel güç oluşturma çabasındaydı. Başta Çorum-Sivas-Maraş katliamları olmak üzere pek çok yerde toplu katliam ve saldırı süreçleri yaşanıyordu. TC, ekonomik olarak dibe vurmuştu ancak militarist güçleriyle her türlü katliam politikalarıyla geleceğini hazırlıyordu ve bunun sonucunda da 12 Eylül faşist diktatörlüğü başlıyordu.

– Proletarya partisinin 1980 yılına kadar önemli bir güç haline geldiği görülüyor. Siz bu gelişmeyi neye bağlıyorsunuz? 

– Sadece proletarya partisi değil Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği gibi örgütler de güçlü bir kitleselleşme içerisindeydi. Ancak elbette proletarya partisinin bir farklılığı vardı; o da İbrahim Kaypakkaya çizgisi idi. Yarı-sömürge, yarı-feodal yapı tespiti ile buna uygun olarak kırlardan şehirlere halk savaşı teorisi farklı bir inanç yaratıyordu. Diğer yapılar genellikle Rusya tarzı bir devrim hedeflerken İbrahim Kaypakkaya, Mao önderliğindeki Çin Komünist Partisi’nin halk Savaşı teorisini benimsiyordu.

Bütün bunlar proletarya partisinin militanları ve kadroları için yeninin ötesinde yeniliklerdi. İbrahim’i kavramak zordu ve bugün hala pek çoğumuz İbrahim’i kavramakta zorlanıyoruz. Onlarca yıllık söylemleri yüzeysel olarak kabullenip ajitatif devrimci söylemleri yükseltmiyor aksine Türkiye tarihi ve devrim için derin teorik siyasal araştırmalar yapıyordu. Bunun sonucunda onlarca yıllık söylemleri yıkıyor başta parlamento, Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu olmak üzere pek çok konuda derin tahliller yapıyordu. İbrahim’i kavramak zordu ve emek istiyordu.

Proletarya partisi militan, üye ve kadroları bunu kavramakla örgütlenmenin ve kitleselleşmenin aktif militan mücadele ile nasıl daha güçlü ve kalıcı olacağını pratiğe geçirdi. Eylemleri ülkede ses getiriyor ve partiye sempati artıyordu.

 

Armenak Bakır özgür!

– Bölgenizde proletarya partisinin ileri bir kadrosu Orhan Bakır silahlı bir baskınla kaçırıldı. Bu eylem nasıl örgütlendi, anlatabilir misiniz? 

Orhan Bakır’ın yakalanması hem partide hem de bölgede derin bir etki yaratmıştı. Bu arada düzelteyim, biz Orhan Bakır olarak biliyorduk, yakalandıktan sonra Ohannes Bakırcıyan olarak yazıldı. Daha sonra öğrendik gerçek ismi Armenak Bakır’mış.

Orhan’dan sonra Ege bölge sorumlusu Sedat Yılmazsoy idi sanırım. Hem partinin hem de Ege Bölgesi’nin ısrarıyla Orhan’ın kaçırılması kararı alındı. Ben Orhan’dan sonra bölgemize gelen Şükrü her geldiğinde “Orhan yoldaşı niye kaçırmıyoruz?” diye baskı yapıyordum. Banaz’da legal faaliyette idim, bir gün Şükrü geldi ve “Orhan’ı kaçıracağız, bu eylemde yer almak ister misin?” dedi. Ben sevinçten göklere uçtum, bir süre sonra randevu verdi bana. İzmir’e belli bir yere gelmemi söyledi.

İzmir’de bir bağ evinde Sedat, İstanbul’dan gelen Hüseyin, Halil İbrahim Kater, Feridun ve ben toplandık. Eylem planı önceden hazırlanmıştı. Orhan, Ege Dişçilik Fakültesine gelecek ve çıkışta biz de onu alacaktık. Geleceği tarih net belli değildi. Biz de pazartesiden cumaya kadar her gün Dişçilik Fakültesinin önünde hazır bekledik. Artık son cuma günüydü. Bizim de umudumuz iyice kesilmeye başlamıştı. Ancak Orhan iki asker arasında getirildi.

Biz de çıkışta cezaevi aracına binmeden önce askerleri etkisiz hale getirerek Orhan’ı aldık. Orhan’ı Sedat götürdü. Hüseyin kıyafetini değiştirerek uçakla anında geri döndü. Biz de bağ evine gittik.

Bu Türkiye’de ilk eylemdi. Bir de Orhan’ın Ermeni oluşu daha da etkili oldu. Günlerce gazete manşetlerinden düşmedi. İzmir’de semt semt, ev ev operasyonlar yapıldı. Orhan da güvenlikten kaynaklı bizim olduğumuz bağ evine getirildi. Onu İzmir’den çıkarmak için yoğun bir çaba içerisine girildi. Feridun gitti ancak çıkarma işlemi gerçekleşemedi. Ben Banaz’a gittim araç bulmak için, bulamadım, o da kaldı.

Sedat İstanbul’a gidiyor. İstanbul ekibi ile gelip kaçırmayı planlıyorlar. Ancak İstanbul’dan çıkışta Kocaeli taraflarında iki araç birbiriyle buluşma noktasında polisin dikkatini çekiyor ve gözaltına alınıyorlar. Uzun süren aramalar sonucu araçlarda bir şey bulunamıyor fakat bir astsubay elbisesi ve gelinlik dikkat çekiyor. Bunun üzerine polis daha çok arama yapıyor. Son anda o zamanın parasıyla yüz bin lira ve dokümanlar bulunuyor.

Bundan sonra işkenceli sorgular başlıyor ve eylem açığa çıkıyor. Sedat’la Feridun İzmir’e getiriliyor diğerleri Hüseyin, Sefa Kaçmaz ve diğer yoldaşlar İstanbul’a götürülüyor. Kısa süre sonra İstanbul Toptaşı Cezaevi’ni yoldaşlar ağır silahlarla basarak Hüseyin’leri kaçırıyor. Orhan tek kalıyor İzmir’de. Ancak daha önceden bildiği Halkın Yolu örgütünden arkadaşlarla ilişki kurup onların vasıtasıyla İstanbul’a getiriliyor.

 

“Bütün arkadaşlarla vedalaştık”

– Hangi tarihte ve nerede yakalandınız? 

– 1979 yaz aylarında yakalandım. İzmir’de bir eylem planımız vardı. Öğle saatlerinde bir çevirmeye rastladık. Araba içerisinde 3 arkadaştık, çatıştık. Mustafa Dana kaçabildi, ben ve İsmet yakalandık. Hem içeride hem dışarıda sanırım 12 Eylül’ü biraz hafife aldık. Militanlığın getirdiği bir gözükaralık vardı. Sokağa çıkma yasakları, gözaltılar dışarıdaki mücadeleyi oldukça etkiledi. İletişim sorunları yaşandı. Hem dışarıda ilişkiler yavaşlamıştı hem de cezaevi ile olan iletişimde zorluklar yaşanıyordu.

– Yakalandığınızda neyle suçlandınız? 

– Yakalandığımızda örgüt yöneticiliği, Orhan Bakır’ın kaçırılması ve bölgede 8-10 tane farklı eylemlerden yargılandık. Yargılanma süreci Ege ana davası olarak başladı. Mahkemenin esas üzerinde durduğu şey, Orhan Bakır eylemiydi. Devlet bu yargılamadan pek çok idam bekliyordu ve uzatmak istemiyorlardı.

Başta idamı istenenler olmak üzere ortak siyasi savunma yaptık. Savunmayı esas olarak Sedat yazmıştı. Avukatımız mahkeme heyetinin idama karşı olduğunu, idam olmayabileceğini söylüyordu ancak biz biliyorduk en az 3-4 idam çıkacaktı. Ve öyle de oldu. Sedat, Feridun ve ben idam cezası aldık. Ceza verildikten sonra sloganlarımızı attık ve bizi çıkarmaya başladılar. Ancak çıkışta diğer hakimlerin kapısında gördük ki; pek çok bürokrat, komutan, subay ve siviller cezayı veren heyeti sıraya girmiş kutluyorlardı.

Mahkeme dönüşü normalde kapı altından direkt hücrelere alırlardı. Biz o kadar güle oynaya gelmiştik ki mahkemenin sonuçlandığını anlamamıştı idare. Biz koğuşlarımıza gittik. İdare sonradan fark etti. Gelip bizi almak istediler hücrelere. Ancak koğuştaki arkadaşlar o gece orada kalacağımızı, sabah uğurlayacaklarını söylediler. İdare mecburen kabul etti ve öyle de oldu, ertesi gün marşlarımızı söyledik, sloganlarımızı attık. Bütün arkadaşlarla vedalaştık ve hücrelere götürüldük.

– İdam aldınız ve idamlarınız onaylandığında bunu nasıl karşıladınız. Bu süreçten ve hapishane yaşantınızdan bahsedebilir misiniz? 

– İdamımızın onaylanmasını zaten bekliyorduk. Avukatlarımız ve arkadaşlarımız elbette çok üzgündü. Ancak bizler süreci coşkuyla yaşıyorduk. Dünyada idamlıkların nasıl direndiklerini okuyor, dersler çıkarıyorduk. İdam hücrelerini adeta bir coşku evine çevirdik. Her gece bir eğlence düzenliyorduk. Coşkumuz, kahkahalarımız koğuşlara kadar gidiyor, onlara da moral oluyordu. Dergiler çıkardık hep birlikte. “Durduk yerde” isimli bir dergi. Sanırım 26 sayı çıkardık. Her idamlık ya bir öykü ya bir makale ya bir karikatür, mutlaka katkıda bulunuyordu. Buca idam hücreleri bambaşka bir ortam yaşıyordu. 8-10 farklı siyasetten idamlıklar vardı. Ancak o kadar güzel bir sevgi ortamı vardı ki, hiçbir idamlık kendisinden önce bir başka arkadaşının idamını düşünemiyordu.

Felsefemiz de şuydu; bu gece asılacak kadar idama hazır, yüz yıl yaşayacak kadar geleceğe dair hayal kurmak. Bir arkadaşımız ısrarla dişlerini yaptırmaya çalışıyordu mesela. Doktor diyor ki, “ya zaten asılacaksın, niye dişlerini yaptırıyorsun?”  Arkadaşın cevabı hazırdı; “Öbür tarafa dişleri sağlam olarak gideceğim.”

İdam infazının durdurulması için yurtdışında çok güçlü ve ses getiren kampanyalar yapıldı. Bu kampanyalardan haberiniz oluyor muydu, neler hissediyordunuz? 

– Yurtdışında idamlarını durdurulması için kampanyalar yapıldığını elbette duyuyorduk ancak hepsinden haberimizin olması mümkün değildi. Bazen bir dergide okuyorduk bazen de içeri giren gizli yazılardan. Elbette ki bizler için çok ciddi bir moral kaynağı oluyordu. Yalnız olmadığını bilmek, yoldaşlarının senin duygularını yaşadığını bilmek bizler için çok değerliydi.

 

“Hıdır bilmeden kendiyle ilgili besteyi dinlemiş oldu!”

– 1984 yılında bulunduğunuz hapishanede Hıdır Aslan idam edildi. O günkü durumu ve hissettiklerinizi anlatır mısınız?

– 1984 Eylül-Ekim aylarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde idamların görüşüleceği söylenmeye başlandı. Biz de her ay yayınlanan listede Sedat, Feridun ve ben olduğumuz için bizim infazımızı bekliyorduk. Hatta Hıdır’la bu konuda iddiaya girmiştik ipi kim göğüsleyecek diye. Ne yazık ki iddiayı Hıdır kazandı. 7 Ekim’de Buca Cezaevi’nde birlikte kaldığımız çok değerli İlyas Has dostumuz idam edildi. Onun nasıl idama gittiğini öğrendik, olması gereken gibiydi. Onurlu, başı dik ve tabureye tekmesini kendisi vurmuştu. Ben bunu öğrendikten sonra günde bir saat olan havalandırma hakkımızdan vazgeçip İlyas üzerine beste çalışması yapmaya başladım. Sadece çalıyorum. Sözlerini içinden söylüyordum. İdamından birkaç gün önce Hıdır üst kattaydı, biz 6-7 kişi de üst katlarda kalan idamlıklardık. Hıdır yukarıdan seslendi; “Sağdıcım İlyas için beste mi yapıyorsun?” diye. “Evet” dedim. Okumamı istedi, ben de henüz bitmediğini, bir kıtasını yazdığımı, bitince okuyacağımı söyledim. Hıdır ısrar etti. Söyledim birkaç kez, çok sevmişti. İlyas’ın sevdiği tarzda bir besteydi.

Birkaç gün sonra da Hıdır idam edildi. Gidişleri aynıydı. Coşkuları aynıydı. Ben de iki kıtasını Hıdır’a atfederek İlyas’la Hıdır’ı birleştirdim. Yani Hıdır bilmeden kendi bestesini dinlemiş oldu.

Biz gece boyu kelime türetme oyunu oynamıştık, sabaha doğru oyunu bitirip yattık. İdare mazgaldan bizi izlemiş, biz yattıktan sonra sessizce kapıları açıp Hıdır’ın yanına gelmişler ve “Müdür bey seni çağırıyor” demişler. Hıdır anlamış tabii ki. O da bizi uyandırmamak için sessizce yürümüş. Kapıdan çıkarken yanında kalan hücredeki arkadaşı seslenmiş “Hıdır nereye gidiyorsun?” diye. Hıdır malta kapısından çıkarken “Öte tarafa herhalde” demiş. Sonra arkadaş bizi uyandırdı, bu saatte müdür görüşmesi olmayacağını hepimiz biliyorduk. Beklemeye başladık ve ardından çok derinden bir ses geldi “Kahrolsun faşizm“. Biz de sloganlara eşlik ettik, marşlar söyledik, parmaklıklara vurduk, sloganlar attık. Sabaha kadar bu şekilde devam ettik.

Hücrelerde temsilci bendim, sabah gardiyanlara acilen müdürle görüşmek istediğimi söyledim. İki tane baş gardiyan geldi. Müdürün odasına girdik, ben direkt müdürün üzerine yürüdüm, “Söz vermiştiniz eğer bir idam olursa vedalaşarak gidecektik” dedim. Müdür “Muzaffer dur lütfen” dedi. Müdürün yüzüne baktım, gözleri şişmiş, yüzü sapsarıydı. “15 gündür izin almaya çalışıyorum. Bu idamda bulunmamak için. Çabaladım ancak izin alamadım. Hıdır’ın idamı bizi çok etkiledi. Ben böyle bir şey görmedim. Kendi idamını düşüneceğine bizlere moral veriyordu. Gardiyanlar da sizi tanıdığı için onlar da üzgündü. Onlara ‘Benim idamın sizin suçunuz değil. Bizler devletle savaştık. Bunu yapan devlet. Siz sadece burada bulunarak bunu uygulayan insanlarsınız’ diyerek moral veriyordu. Seninle Veli Biçer’e mektuplar yazdı” dedi. “Cellat istemiyorum, ben kendi işlemlerimi yaparım” demiş. “Tamam ama yasal olarak yaftayı asmak zorundayız ve ellerini kollarını bağlarsak iyi olur, istem dışı hareketlerle canın acıyabilir dedik. ‘Tamam’ dedi. Heyetin içinden yürüyerek sehpaya çıktı. O sırada o geçerken infazda hazır bulunmak zorunda olan savcı ve hâkim böyle bir infazda yer almanın utancıyla arkalarını dönüp başlarını öne eğdiler. Hıdır konuşmasını yaptı, sloganlarını attı ve tabureye tekmesini vurdu.”

 

İnfaz yakma, sevk, özgürlük…

– Hangi hapishanelerde kaldınız? 

– 1991 yılında tahliye olana kadar pek çok cezaevinde kaldım. Şirinyer Askeri Cezaevi, Buca Cezaevi. Buca Cezaevi’nde idam hücrelerinde pek çok devrimci arkadaşımız idam almış ve hücreler dolmuştu. Tek kişilik hücrede 3 kişi kalıyordu. İdare 15-20 arkadaşımızla Burdur ve Isparta cezaevlerine sürgün etti bizi. Sonra Ermenek Cezaevi. Burdur ve Ermenek cezaevlerinde de tek kişilik hücrelerdeydik. Daha sonraları Konya ve Çanakkale E Tipi cezaevine sevk edildik.

– Özgürlüğünüze hangi tarihte kavuştunuz? Bu süreci biraz anlatır mısınız? 

– 1991 yılında çıkarılan infaz yasasıyla tahliye edildik o dönem parti konferans hazırlığındaydı. Cezaevinden çıkanların dışarıya taşıdığı bir coşku vardı. Pek çok deneyimli-donanımlı yoldaşımız tahliye olmuştu. Biz de o coşkuyla bir an önce aktif faaliyete katılmak istiyorduk 1-2 aylık bir aradan sonra tekrar faaliyete başladım. Bu kez çalışma bölgem esas olarak İstanbul idi.

1993 yılında tekrar içeri alındım, 1995 yılında tahliye edildim. 1996 yılında demokratik alanda çeşitli görevler aldım. 1999 yılı sonunda tekrar içeri alındım. 19 Aralık’ta Ümraniye direnişinde kafadan kurşun aldım. Uzun süre hafıza kaybı, görme bozukluğu ve benzeri sorunlar yaşadım. 2003’te tahliye edildim. Tahliyenin ardından mahkeme, polis raporlarına dayalı kararla ilk kez üyelik cezası verdi. Aynı zamanda da 1991 yılında tahliye olduğum infazı yaktı. 6 ay sonra tekrar içeri alındım ve eski infaz yandığı için ağırlaştırılmış müebbet olan eski idamın son hali nedeniyle tek kişilik hücreye konuldum. O dönem 12 Eylül haksız yargılamalarının kaldırılması için yaptığımız çabalar sonucu 12 Eylül infazları kalktı ve 2012’de tahliye edildim.

“Sömürü varsa devrim için koşullar vardır!”

Proletarya partisinin kuruluşunun 50. yılı. Bu elli yıllık süreci kısaca değerlendirecek olursanız, ne söylemek istersiniz? 

– Proletarya partisinin 50 yıllık tarihi elbette ki çok değerli. 50 yıllık mücadeleyi bugüne taşımanın onuru yaşanıyor. Taraftarlarından kadrolarına kadar aktif militan bir ruhi şekillenmenin yaşandığı bir tarih bu. İçeriden ve dışarıdan gelen darbelerle pek çok kez zayıflamış, zaafa uğramış ancak her seferinde yeniden toparlanmış, ayağa kalkmış bir tarih. Burada bu uzun tarihi anlatmak elbette çok zor.

Ancak İbrahim Kaypakkaya için bir vurgu yapmak istiyorum. İbrahim’in teorik tezleri o dönemin koşulları düşünüldüğünde üst boyutta bir devrim niteliğindedir. Ancak İbrahim’den sonra çok değerli kadrolar yetişmiş olsa da ne yazık ki İbrahim’in 50 yıllık tezler üzerine yeni şeyler üretilememiştir. Bu da kendimize yaptığımız en büyük kötülüktür.

Ben elbette ki umutla bakıyorum. Bizler bugünkü gücümüzün ve mücadele koşullarının yüzlerce kat fazlasını yaşayan insanlarıyız. Mutlaka devrim mücadelesi yükselecektir. 12 Eylül döneminde bazı arkadaşlarımız umutsuzluğa kapılmıştı. Ben de o dönem şöyle bir şey söylemiştim; Eğer yeryüzünde bir lokma ekmek üzerinde bir başkasının sömürüsü varsa devrim için her zaman koşullar vardır. Zafer şarkılarını söylediğimiz günler mutlaka gelecektir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu